4 Haziran 2013 Salı

Mesela..

İçimin kıpır kıpır olduğu anlar var... Hala içimde olduguna dair belirtiler..
An geliyor öyle bir aklıma düşüyorsun ki.. Sanki aklımdan geçen başıma gelecekmiş gibi..
Mesela mı...
Mesela bana sarıldığın an aklıma geliyor kalbim pır pır..
Mesela çiçek yolladığın an sen gelmiş gibi..
Mesela gözümü kapadığımda gözlük üstünden bana bakışını gördüğümde...
Mesela işteyke  metro kapısından yada dükkanın önünden baktığını düşündüğümde...
Mesela okuduğum mesnevi tasavvuf kitaplarında seni okumam gibi..
Mesela kızdığın bişi aklıma geldiğinde kendimi frenlemem gibi..
Mesela.... Mesela ... Mesela...

Mesela seni herşeyden çok sevdiğimi düşündüğümde allahın varlığını hissettiğimde..

Kalbim pır pır ... Midemde kelebekler.. Hiç ölmezmisin... Hiç azalmazmısın...


Babetli....

28 Mayıs 2013 Salı

Farkındalık..

Doğduğuna doğacağına pişman ederken, sonunda en duyarsız birini dahi “yandım Allah” demek zorunda bırakır...................................................
Neden farkında olmayı beceremiyoruz?
Niçin hiç kimse “farkına varalım, ezbercilikten kurtulalım” diyemiyor?
Bunu söyleyememek, cehalettir, hatta daha da kötüsüdür.
Uzun yıllar insanların üstünde süren baskı, “farkında olmak, değerlendirmekle” sona erer.
Farkında olmak isteyen birilerinin uyumasını engellemek, o insanları cehennem hayatından kurtarmak anlamına gelir.
Haberdar olmayan insan, bedeninde boğulur. Ana rahminde tohumları atılan ikinci beyne mahkûm kalır. Bu öyle bir bilgisizlik kapısıdır ki, insana asli yapısını unutturur.
Doğduğuna doğacağına pişman ederken, sonunda en duyarsız birini dahi “yandım Allah” demek zorunda bırakır.
Hâlbuki “farkındalıklı” olarak fikirleri paylaşmak veya savunmak mümkün olsa ve “kaynağına” ulaşmak söz konusu olsa ne kadar mantıklı olur.
Bu hal, ancak gerçeklerle anlatılır.
Belirsiz “bilgilere” ulaşma korkusu ortadan kalkar, bilgisizlik-cahillik düzeyi alabildiğine azalır.
Bu itibarla bütünlüğü yaşamak isteyen insanların “farkında” olması gerekliliği vardır.
Hatta hiçbir şeyden haberi olmayan uyurgezerlere nazaran, ezberi ön plânda tutarak yaşama durumunda bulunan insanların dahi, yepyeni, fark ettirici bu bilgilere istinaden, alışılmış özelliklerini terk etmesi beklenir.
Zira bilinçli olarak az şeyi algılamak, ezbere çok şeyi bilmekten evladır.
Ancak insanları zorla uyanıklığa davet etmek, bu maksatla bir arada tutmaya çalışmak, ya da “toplumdan kopacaklar” korkusuyla onlara mütemadiyen baskı yapmak, beyhude bir çabadır.
Aynı zamanda, kaçınılmaz sorunlar yaratır.
Çünkü onlar öyle –eskiye dönük şekilde- daha mutlu yaşayacaklarına inanırlar.
Programları, DNA’ ları öyledir.
Gelişim formatını böylelerine uygulamak imkânsızdır.
Bahsini ettiğimiz olaylara, yenilikçi insanlara [farkına varanlara] neler yapıldığına geçtiğimiz yüzyıllarda tanık olduk.
Ama artık öyle değil.
Bazı oluşumlar kökten değişime girdi.
Aslında bu bir mucize. Değişim mucizesi.
Bu değişime start veren Mücedditin işi.
Şimdi insanların “farkında” olması her şeyden daha önemli hale geldi.
İnsanlar bunu başaramayacaklarsa, ‘Ot’ gibi yaşamanın ne anlamı var?
Kuşkusuz bunu algılamak gerekiyor.
İnsanların asıl mutluğu işte burada başlıyor.
Zira bizler, nefislerinden daha önemli olduğuna inanan bir ‘Din’e’ yönleniyoruz, onun mensuplarıyız.
Bu bakımdan bizim için “bilgi ile birlikte”,“yaşamak da” önemli.
İnsanların mutsuz olup olmadığına aldırmak bir yana, her şeyden önce ilke olarak, farkında olmayı yeğlemeliyiz.
Paylaşım içinde olanların çoğu da, kendi çıkarlarından daha fazla önemser “farkında” olmayı.
Oysa insanları perdeleyen her olayda mutlaka bir hata vardır.
O hatayı düzeltmenin yolu, ancak tartışılarak, muhakeme edilerek bulunur.
Bir araya gelenler, “biz bahsi edilen şeyleri değerlendireceğiz” diyorlarsa ve “bunu söyleyenler çoğunluktaysa” her şey daha net bir şekilde algılanıyor, fark ediliyor hale gelmiş demektir.
Bakın, toplumda “fark edenler” son zamanlarda diğerlerine nazaran daha çok dikkat çekmeye başladı.
Ayılmak istemeyenler ise, toplumun cahil kesimi olarak temayüz etti. Öyle kabul edildi.
Öyle ki yaptıkları hiçbir hareket gözlemlenmedi.
Şimdi onlarla bir arada olmak yani pek yaşanmak istenmiyor.
Daha değişik, atılgan “fikir üreten” yeniliğe açık olanlar tercih ediliyor.
Bilgilerini “eskiye dayanarak yaşamak isteyenlerle” paylaşmak istemeyen kimseler, bunu bencilliklerine dayanarak yapmıyor.
Aksine gerçeğe uygun, objektif yaklaşımlarla; “Hakikati bu şekilde yakalama imkânı varken”, onlara kapılıp kendilerini harcamak yoluna gitmiyorlar.
Bir anlamda, bunca uğraşıyı bozuk para gibi harcamak istemiyorlar.
Kimileri ise aynı tas aynı hamam, bildikleri yolda devam ederlerken, çok şeyleri kaçırdıklarının farkında olamıyorlar.
Yenilikçi olacakları için ve yandaşlarının kendilerinden “ayrılacağı” korkusuyla onlara baskı yapıyorlar.
Baskı yapılıyor, ama inanın, ne isteyip ne istemediklerini bile bilmiyorlar.
Bu şartlarda, yenilikçi olmayanlar azınlıkta kalıyor demektir.
Bir yerde önemli olan, insanların kendilerini güvende, özgür ve mutlu hissetmeleridir.
Ama “ayılmak” isteyen bir kişi bile olsa, bunu söyleme ve fikirlerine taraftar arama hakkına sahip olmalı.
İşte esas farkındalık da burada yatıyor.

Ahmed F. Yüksel

27 Mayıs 2013 Pazartesi

BEN KENDİMDEKİ SENLE BERABERİM, SENDE SENDEKİ BENLE BERABERSİN!...

Aslında bir çok zaman siz farkında olmadan bedensiz yaşıyorsunuz. 
Bedenin farkında olmaksızın. Düşünürken araba kullanırsın ama bambaşka alemlerdesindir. 
Bütün gördüğünüz herşey, içinde yaşadığınız dünyanız, asla ve asla bir dış dünya değil, beyninizin içindeki bir hayal dünyası. Çünkü dışarısı dediğimiz bir ortamdan Işık dalgaları gözünüzden geçerek beyninizin içinde bir elektrik frekansı elektrik dalgası olarak yerini alıyor, ve bu elektrik dalgasıda beynimizin içinde görüntü meydana getiriyor. Nasıl geceleyin uykuda rüya görüyorsanız, o gördüğünüz rüya anında dışarıyla hiç alakanız yok olay tamamen beyninizin içindeki bir görüntü olduğunu, yani çok boyutlu holografik bir görüntü ortamı ise, gündüz de aynı şekilde tamamen beyninizin içindeki bir hologram dünyada yaşıyorsunuz! 
Bu dışarıda görüyorum dediğiniz herşey, gerçekte beyninizin içindeki bir hologram görüntü. Herkez için bu böyle. Ben şimdi sizleri görüyorum . Ve sizleri görürken eski ilkel şartlanmama göre sizi dışarıda ayrı varlıklar olarak dünyanın üzerinde görüyorum zannediyorum. Ama ne zaman ki ilim sahibi oluyorum, ilim bana öğretiyor ki bütün bu görüyorum dediğim şeyler sadece beynime ulaşan Işık dalgalarının beynimin içinde oluşturduğu bir görüntüden ibaret! 
Nasıl ki Avatar filminde adam sembolik olarak anlatıyordu, cihazın içine yatıyor gözlerini kapatıyor bir başka boyutu yaşıyor ama o gördüğü boyutun tamamını o yattığı yerde ki beyninin içinde görüyor. Bunun Gibi, hepimiz tamamen dışarıdan gelen enstantanelerden oluşmuş bir hologram dünyada yaşıyoruz...
Ben burdan kalkıyorum gidiyorum ama sen enstantanelerimden oluşan bir video albüm senin beyninin içinde hala beni görüyorsun düşünüyorsun ve beni hatırlıyorsun. Nerde seyrediyorsun beni? Kendi beyninin içindeki dünyanda. Doğdun andan itibaren olay hep böyle cereyan ettiği için beyninde, bunun beyninin içinde devamlı gördüğün bir dünyan olduğunu anlıyamayıp, gerçekten Böyle bi dışarıdaki dünyada yaşıyorum diyorsun ki, dışarıdaki dünyada neler olup bittiğinin asla ve asla hiçbirşekilde farkında değilsin... 
İşte onun için tasavvufta senin dünyan yalan dünyadır gerçek dünya değil, hayal dünyasında yaşıyorsun gibi anlatımlar edilmiştir. Ve bu hologram dünyana giren enstantaneler hiçbir zaman gerçek varlığı sana tanıtmıyor. O giren enstantanelerin oluşturduğu bir dünyada yaşıyorsun. O kişinin gerçekte ne duygularına vakıfsın ne düşüncelerine Vakıfsın ne hissiyatına vakıfsın ne bildiklerine vakıfsın, hiçbirşey. Sadece o an için ondan aksedenlerden oluşan bir albüm seyrediyorsun, bir video film seyrediyorsun. Yani bunu şöyle anlatmaya çalışıyorum, sanki beynimin içinde büyük bir tiyatro salonu var, o salonun arka kısmında oturuyorsun, ön sahnede bu olay mevcut, sen ordan buradakileri seyrediyorsun, veya bazen koltuktan kalkıyorsun İŞTE ŞU ANDA BENİM YAPTIĞIM GİBİ olaya müdahil oluyorum olaya karışıyorum ve birşeyler anlatıyorum! Ama bütün bunlar hep benim dünyamda benim beynimin içinde olup bitiyor... 
Bu kayıtlar beyine girdiği içinde burdan kalkıyorum eve gidiyorum burayı düşünüyorum bu kişileri düşünüyorum. Orda bunları düşünüyorum dediğim zaman senin bunlardan haberin varmı? Hayır. Ben kendimdeki senle beraberim. Sende sendeki benle berabersin. Bununla bağlantılı olarak şu hadisi söyleyeyim. Soruyorlar Resulullah'a: Ben seninle beraber olacakmıyım ya Resulullah? Kişi sevdiğiyle beraberdir diyor! 
SORU: Peki eski enstantaneler kilitlenmeye de sebeb oluyormu? 
ÜSTAD: Zaten olmuş bile. Enstantaneler dediğin şey şartlanmalar diye anlattığımız şey zaten. Seni yetiştiğin çevrede şartlandırmışlar. Ama tarikat şartlarıyla şartlandırmışlar ama sosyal şartlarla şartlandırmışlar ama başka türlü şartlandırmışlar. Neticede sen belli şeylerle şartlandığın için onun dışındakilere karşı kilitlenmişsin. Onları algılayıp değerlendiremiyorsun. Ve o şartlandığın şeylerin mutlaka terside var yaşamda. Her neyi ele alırsan onun bi terside mutlaka var. O tersi dolayısı ile de, senin yanmaların başlayacaktır. Çünkü şartlanmana ters gelen bir gerçekle karşılaştın. Karşılaşacaksın, karşılaşmama şansın yok. Şartlanman varsa mutlaka bir gün onun tersiylede bir yerde bir zaman karşılaşacaksın. Karşılaştığın zaman da yanmaya başlayacaksın... 
SORU: Peki o zaman asıl bakan neyi görüyor? Gördüklerimiz enstantaneler şekiller, asıl görülen ne? görmek diye birşey yok. Sırf şekilleri algılıyorum dünyamı yaratıyorum tamam bu belli, ama bunun altında görülmesi gereken birşey varmı? 
ÜSTAD: Var! Onu ben anlatıcam. Anlatıcam ama sen onun ne olduğunu hiç bir şekilde anlıyamayacaksın. Sende anlıyamayacaksın kimsede anlıyamayacak. Ama ben anlatacam. Çünkü senin şu zamana kadar veri tabanına soktuğun şartlanmalar, doğru budur diye verdiğin hükümler, senin beyninde yoğun kilitlenmeler oluşturmuştur. Hepinizin şu anda kendine göre o şartlanmalardan kaynaklanan yetiştiği çevrenin ananın babanın arkadaşının bilmem neyinin getirdiği sana yüklediği şartlanmalardan dolayı, ve de kendini yoğun biçimde ben bu bedenim diye kabullenmenden dolayı, daha da hakikatıyla bu ikinci beynin esareti altında yetişip gerçek dünyayı farkedememesinden dolayı, tıpkı anne karnında büyümüş ve bir hücrenin içinde dünyaya gelmiş bi çocuğun 40 sene sonra dışarıda dünya var dediklerinde dışarıda dünya yok herşey bu hücreden ibaret demesi gibi, sende bu yetişmiş olduğun ortam ve sürecin şartları ve şartlandırmaları dolayısı ile bunun ötesini ben sana ne kadar anlatırsam anlatayım, ANLIYAMAZSIN! Bunu anlaman için çoook yoğun çalışmalar yapman lâzım. 
Üstad Ahmed Hulûsi

21 Mayıs 2013 Salı

O SURETTE SANA YÜZÜNÜ GÖSTEREN, O ' dur...

İç bâde güzel sev ... Var ise aklı şuurun!
Dünya varmış, tâ ki yokmuş!!! Ne umurum!!!
Bunu duyan şekil ehli hemen diyor ki:
“HÂŞÂAA!!!!!
İçki haramdır... Şarap haramdır!”
Bunu duyan cevap vermiş öteki;
”Ben doldurur ben içerim, o yâr benim kime ne?
Sofular haram demiş bu aşkın şarabına,
Ben doldurur ben içerim... O yâr benim, kime ne!!!”
İşte "İÇ BÂDE" dediği BÂDE, rakı şarap viski votka değil... !!!
AŞK!
O aşk ile dol ki, güzel sev!. Güzeli sev!
”Güzel” kimdir?
Kaşı güzel, gözü güzel, ağzı burnu, yüzü güzel mi?...
Bunu da Hz.Rasûl aleyhisselâm açıklıyor;
“İnnallahe cemilûn muhibbûl cemâl.....
ALLAH GÜZELDİR; GÜZELİ SEVER!
Aşk ile dol; o aşk ile benliğin- varlığın yansın...kül olsun...yok olsun...bitsin..Ve o zaman gör ki, varlıkta o TEK VECİH sahibi olan GÜZELDEN BAŞKA BİRŞEY YOKTUR! Ve O'nun sevgisiyle dol, O'nun sevgiyle yaşa...
İşte o zaman, Dünya varmış...yokmuş!!!!..
Bir kadına âşık olursun bir erkeğe âşık olursun, gözün hiçbirşey görmez.
Ne para, ne pul, ne mal...Hepsinden geçersin..
Yedi sülâleyi terkedip gidersin...
Niye?...
O âşık olduğun kadın veya erkek uğruna...
Hiç, bir kadın veya erkek uğruna bir şey terkedilir mi?...
TERKEDİLİR!!!
Niye terkedilir?...
Sen niye terkettiğinin farkında değilsin!..
Çünkü sevdiğinin kim olduğunu bilmiyorsun!...
Sende terki meydana getiren sevgi, aşk; her ne kadar gafletin dolayısıyla o sûrete gibi sanırsan da, o sûrette sana yüzünü göçterenedir.
O sûrette sana yüzünü gösteren, ALLAH'tır!
Kim nerede ne zaman neye âşık olmuşsa, neyi sevmişse gerçekte onun sevdiği, sadece ve sadece ALLAH’tır!
Allah kendi güzelliğini, kendi hüsnü cemâlini bir sûretten zâhir kıldığı zaman ona âşık olmamak mümkün değildir!
İşte, bunu bazen zâhir yollu yapar... Bazen bâtın yollu yapar..
Bâtın yollu gösterirse sen sanırsın ki Ayşe’ye, Fatma’ya, Ahmed’e Mehmed’e âşığım!!!
Ve o aşkın uğruna neler yaparsın, neler...
Ama sana zâhir yollu gösterirse, o zaman gördüğünün kim olduğunu bilirsin.. Aşkı yaşarsın... Aşkla dolar, aşkla taşar, deli divâne olursun...
Bu yüzden Hz. Rasûl Aleyhisselâm buyurmuşki:
"Aşk, cünûnun bir cüz'üdür!."
"Delilikten bir cüzdür, AŞK!"
AŞK, katlanılması ÇOK GÜÇ BİR ŞEYDİR!
“En nârûl aşk!” -"Ben aşk ateşiyim!” diyor, Seyyid Ahmed Rufai!
Bir yandan semâ yapıyor, bir yandan da “En nârûl aşk!” -"Ben aşk ateşiyim!" diyor,
Onu gören yanıyor yakılıyor peşinden koşup gidiyor. Kadını erkeği...
Ondan vechini gösteriyor ALLAH!
Her ne kadar adını Ahmed Rufâi koymuşsa da O resmin ardında kendini izhar ediyor!.
Mümkün mü, Onu görüp de peşinden gitmemek?...
Her nerede ne ki sana benliğini unutturup peşinden koşturuyor, O ALLAH’tır!
Ama hâşâ ki o sûret ile Allah’ı kayıt altına alma!
Onun vecihlerinden bir vecihdir O!
Onun yüzlerinden bir yüzdür O!
O yüzde zâhir olduğu gibi hadsiz hesapsız yüzlerde de zâhir olur.
Zaten oluyor....
Herkesin bir sevdiği vardır..
Allah'ı bilmek kolay değil...
Allahı bilmek zordur!
Allahı bulmak, zorlardan çok çok zordur!
Varlığını yok edip de varsandığın vehminin sana var sandırdığı Bâki olanın Allah olduğunu bilebilmek, yeryüzünde ender kere zevâta mahsustur!
Onun için, Allah’tan isteyin...Deyin ki;
"Allahım! Zâtını izhar için seçtiklerinden eyle beni!”
Ama diyeceksin ki;
"Ezelde olmuş bitmiş, şu halde benim duama bağlı değil"
Eğer ezelde sana Zâtını izhar için varolma şansını vermiş ise sana zaten bu duayı kolaylaştıracak ve bunu talep ettirecek ve bunun neticesinde de onu verecektir!.
Yok eğer bundan nasibin yoksa, bu ayrılığı ve gayrılığı,bu ayrılığın gayrılığın perişanlığını yaşamak için varolmuşsan, bu yoldan gidemiycen güneş görmüş yarasa gibi gözlerini kapatıcan ve gül peşinde koşan bülbül değil, ateşi arayan semender gibi yaşayacaksın!..
Öyleyse, sana yüzünü gösterdiği zaman SAKIN GÖZLERİNİ KAPAMA!
Daha bir aç!
Daha bir aç!
Daha bir aç! 
Üstad Ahmed Hulûsi

19 Mayıs 2013 Pazar

Yaşama Sevinci ve polyanacılık Hk. (Üstün Dökmen) 18 January 2012

Mutsuz ve üzgün olunca hep birilerini, yada bir şeyleri suçlarız.İşte burada da en önemlisi  olaylara iyimserlikle bakmak,küçük şeylerden mutlu olarak büyük mutluluklara ulaşmak mümkündür.Hepimizin çocukluğumuzda masallarını okuduğumuz,çizgi filmlerini izlediğimiz polyanna gibi olumsuzluklardan olumlu bir yön çıkarabilmeliyiz. Her olumsuzlukta kendimizi salarak iyice kötüye gitmektense,bunda da bir hayır vardır daha da kötüsü olabilirdi diyebilirsek  mutsuzlukları en aza indirmiş oluruz.Bakın Prof. Dr.Üstün Dökmen polyanacılık  ve mutlu olmayı nasıl açıklıyor. 

POLYANNAMutlu Olmak Polyanna’cılık mı?

Mutsuz olmayı, şuna buna söylenmeyi, karamsarlığı öylesine derinden öğrenmişiz ki, “Bu ülkede yaşanmaz” ve nihayet “Batsın bu dünya” demeye hakkımız olduğunu düşünüyoruz sonuçta. Ve daha da kötüsü, iyimser birini gördüklerinde canları sıkılıyor kötümserlerin, adeta “Şuna bir şey söyleyeyim de keyfi kaçsın” diyorlar içlerinden. Yıllardır seminerlerimde iyimser olmanın öneminden söz ettiğimde en az bir kişi çıkıp “Hoca iyi de o zaman bu polyannacılık olmaz mı?” der. Bu karamsarlığa prim veren bakış tarzı beni üzüyor. Şimdi söz konusu cümleye tekrar bakalım:

“İyimserlik, küçük şeylerden mutlu olmak polyannacılık sayılmaz mı?

Bu görüşte, sanırım iki hata var. Birincisi “iyimserlik eşittir polyannacılık” iddiasıdır ki bu doğru değildir. İkincisi böyle söylendiğinde polyannacılığın kötü olduğunu kim söyledi?

Polyannacılık, kayba uğradığımızda, elimizde kalanları fark etme ve sevinme becerisidir. Polyannacılık bir psiikolojik savunma mekanizmasıdır, aşırı olmadan yerinde kullanıldığı sürece, kişiyi kaygıdan, sıkıntıdan korur, kişinin yarına kalma ihtimalini arttırır. Polyannacılık, kendini avutmak değil, bardağın dolu yanını fark etmektir.

Diyelim ki birisi bir bacağını kaybetti. Şüphesiz bu kötü bir durumdur. Ancak bu kişinin önünde iki yol uzanır:

Birinci yol, bir bacak gittiği için yaşamdan elini çekmek, sürekli üzülmek, artık hiçbir şeyden keyif almamaktır. İkinci yol ise şudur: Kişi eğer geriye dönüş yoksa, mevcut durumu kabullenir, elinde kalan bacak için sevinir, yaşamdan elini çekmez, yaşama sevincini kaybetmez. İkinci yol polyannacılıktır. Polyannacının ömrü, birinciye oranla daha kaliteli geçer.

Polyannacı tavır, Çin atasözünü hatırlatıyor. Şöyle demiş Çinli:

Tanrım, bana değişebileceğim şeyleri
değiştirme gücü ver.
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmemi sağla.
İkisini ayırt edebilmem için de akıl ver.

Değiştiremeyeceğimiz kayıplar karşısında, yaşama sevincimizi kaybetmemek polyannacılıktır. Karamsarlığa oranla da herhalde daha gerçekçi bir tavırdır.

……………………….

Üstün Dökmen


15 Mayıs 2013 Çarşamba

Unutma

Unutma! Yüreğinde bir ismin imzası var ve sen onu silemezsin. Söküp atamazsın, ne kadar uğraşsan da.... Seninle beraber büyür içindeki sızı. İlk önce onu hissedersin başkasına dokunduğunda.

 

Unutma! Bir kere sevdin mi, uzun uzun yanarsın. Sitemler, öfkeler birikirken içinde, sen azalırsın. Dilinde küfür, elinde kadeh eksik olmaz Günler böyle geçer; alışırsın.

 

Unutma! Sabahlar artık gecikir. İster sağa dön ister sola, gözüne uyku değil gidenin hayali gelir. Kendini şiirlere verirsin. Elin sigaraya gider her on dakika da bir; fena zehirlenirsin.

 

Unutma! Bir süre güvenmeyeceksin kimseye, kendine sığınacaksın. Aşk konuşulduğunda sen susacaksın. Of larla ah larla başlayacaksın her cümleye. Çevrende senden başka herkes haksız olacak. Senin haklılığınsa çaresiz gidecek çöpe.

 

Unutma! Bir gün kaldığın yerden başlayacaksın, biri seni bulacak. Önce korkacaksın eski acılara yakalanmaktan, biraz ürkeceksin. Ne kadar dirensen de nafile, insansın sonuçta, seveceksin. Eski acılara bakıp da küsme sevdalara. Gavura kızıp da oruç bozulmaz. Sök at kafandan acabaları! Bir kemik, aynı yerden iki defa kırılmaz.

 

Artık kararmaz gecelerin. Bir daha yaşlar akmaz gözünden. Sabahların gecikmez. Kim bilir ağladığın günlere gülersin. Bir defa öldün ya zamanında, bir daha ölmezsin…

 

Can Yücel



14 Mayıs 2013 Salı

Bir kadını ağlatmak..

Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya… En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir.Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe!

İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra.

Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte.

Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır.. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli… Ve kadın ağlar; hem de çok!

Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları. Her damla bir derstir çünkü.

Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler.

İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları.

Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar.

Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı…

Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden.
Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan…

İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar.
Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar.

Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E.. o zaman niye sarılsınlar ki!

Niye sarılalım ki!

Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur.

Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır.

Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır.

Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır.
O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!

Aziz Nesin...