30 Nisan 2013 Salı
Bilinçaltının Yüklerini Bırakma (Bağ Kesme Çalışması)
Ben'im, Sen'im, Bir'iz, Yeni Yaşam Okulu'nun durumunu paylaştı.
Yazar: Cenk Sabuncuoğlu
Bilinçaltının Yüklerini Bırakma (Bağ Kesme Çalışması)
Geçmişinden, çevrendeki insanlardan, annenden, babandan, sevdiklerinden, çatışma yaşadığın kişılerden yaşadığın alandaki herkesten ve her olay ve durumdan aldığın bilinçaltı kalıpların varlığında ve dış dünyanda çatışmaya sebep oluyor. Varlığının sonsuzluğu bu sınırlı kalıplarınla çatışıyor doğal olarak. Bu çatışma dış dünyanda da çatışma ile problemlerle karşılaşmana neden oluyor. Bu uygulamada bu yüklerin her birini tek tek bırakacak özgürleşeceğiz.
Rahat olacağın bir yerde rahat bir pozisyonda otur. Gözlerini yavaşça kapat. Ağır ağır ve derin nefesler al. Üç derin nefes alışverişinden sonra hayatında en fazla çatışma yaşadığın kişiyi gözünün önüne getir. Bu kişi bir arkadaşın olabilir, tanıdığın olabilir, bir akraban olabilir. Şu an hayatında olabilir, ya da geçmişte hayatında olmuş bir kişi olabilir. Hatta şu anda hayatta olmayan biri de olabilir. En fazla çatışma yaşadığın kişiden başla. Her seferinde bir kişi ile çalışacaksın.
Gözlerin kapalı, derin ve ağır nefesler alıyorsun. İlk önce çalışma yapacağın kişinin karşında olduğunu gör. Şu anda o kişi karşında. İmgesel olarak göremesen de yalnızca karşında olduğunu hisset. Şu anda o karşında duruyor. Ne hissediyorsun. Daha önce yaşadıgınız o çatışmadan dolayı ona kızgın olabilirsin, ya da sen bir şey yaptın, bunun suçluluğunu taşıyor da olabilirsin. O kişiden korkuyor olabilirsin hatta nefret ediyor olabilirsin. Ama bil ki bunu sen hissediyorsun. O sadece içindeki kızgınlığın, korkunun açığa çıkması, dışarıdaki yansıması. O sensin. Kendi içindeki, bilincindeki çatışan yönlerini görüyorsun. O sana onu gösterdi. Seni sana gösteren bir aynan, yüzün o. Senin iç dünyanın ayna görüntüsü. İçindeki bu çatışmayı durdurmazsan, hayatında farklı farklı görünüşlerle ayni sorunu yaşayacaksın. İsimler değişecek belki, sahneler degişecek. Ama aynı şeyleri tekrar tekrar yaşayacaksın eğer içinde o çatışan yönünü bırakmazsan.
Şimdi, ona hissettiğin şeyler ne olursa olsun onun gözlerinin içine bak. Ama yalnızca sevgiyle. Çünkü o sensin, senin yüzün. Sevgiyle gözlerinin içine baktıktan sonra ona söyleyeceğin iki cümle çok önemli. Bu seni onun varlığıyla ve evrenle birleştiren iki cümle. Evrenden, her şeyden kendini ayırdığın, büyük resmi göremediğin için yaşadın bunları. İki cümle.
TEŞEKKÜR EDİYORUM.
SENİ SEVİYORUM.
Bu iki cümle, seninle onu, çatışma ile çözümü biraraya getirecek. Teşekkür ediyorsun, çünkü o sana senin bir yüzünü gösterdi. Senin olmak istemediğin bir yüz olabilir bu. Ama en mükemmel yüzünü ortaya çıkarman için, önce sen olmayan yüzlerini kendine gösteriyorsun. Kendin olmayan yüzlerini görerek, en mükemmel oluş halini ortaya çıkaracaksın. Kendini hatırlıyor, her an yükseliyor, varlığın muhteşemliğini açığa çıkarıyorsun. Bunun için hayatında mutlaka çatışma yaratman gerekmiyor.Bir şeyleri öğrenmek için hayatında mutlaka zorluk yaşaman, düşmen, kafanı duvara çarpman gerekmiyor. Kafanı duvara çarpmadan da öğrenebilirsin. Acı çekmek burada öğrenmek ya da hatırlamak için kullandığın bir yöntemdi. Ama bu şekilde öğrenmek yerine her şeyi kolaylıkla, acı yaratmadan, sevgiyle, mutlulukla, bollukla hatırlayabilirsin. Acıyı kullanarak öğrenmek senin seçimin. Seçimin ne ise de onu yaşarsın.
Evrene bakarsan her şeyin kolaylıkla olduğunu görürsün. Evrende milyonlarca galaksi trilyonlarca trilyon yıldız var. Devasa boyutları ile doğal halleri ile dönüyorlar. Bir güç sarfetmelerine gerek yok. Bir tohum toprağa düştüğünde doğal hali ile çıkıyor. Bunu içinn ek bir güce, cabaya ihtiyacı yok her şey doğal haliyle ve kolaylıkla oluyor. Işığın müziğiyle birleştiğinde hayatında her şeyin kolaylıkla olduğunu goreceksin.
Gözlerin kapalı, o kişi karşında. Gözlerinin içine sevgiyle baktın. O muhteşem iki sözcüğü söyledin. Seni seviyorum, teşekkür ederim. Sonra ona SARIL. Bunu fizikselleştirebilir kendine sarılıyormuş gibi bir sarılma hareketi yapabilirsin. Bu sıcaklığı hissetmeni sağlayacaktır. Kendine sarılıyormuş gibi sarıl ona. Hisset sıcaklığını. Varlığını içine al. O senin varlığının içinde kabul etmediğin bir yüzün. O yüzünle bir arada olmak durumunda değilsin. Ama o yüzünü de kabul et. O da senin bir yüzün. Bir şeyi bırakman için önce kabul etmen gerekir. Kabul etmediğin, reddettiğin her ne varsa onları çoğaltırsın. Kabul, ruhunun, bedeninin şifasıdır.
Sarıldıktan sonra şunları söyle ona:
“Çok güzel anlar yaşadık, bir yüzümü gördüm ve çok güzel deneyimler kazandım. Ama artık varlığımda bu yükü taşımayı tercih etmiyorum.”
Valığımızda karşılaştığımız insanların yüklerini taşyoruz. Bu sevdiğimiz insanlar için de geçerli. Sevdiğimiz biri bizimle biraraya geldiğinde yaşadığı bir sorunu anlattığında fark etmeden onun yükünü alıyoruz. Aynı zamanda onun hayata bakışını, kalıparını da bilinçaltımıza ekliyoruz. Çatıştığımız insanlar keza onların yüklerini de hala üzerimizde aşıyoruz. Geçmiş denilen zaman diliminde bir olay yaşanmış. Hala hayatımızda bu olayın yükünü taşıyoruz. Bu cümleyi söyleyin ona. Bu cümle ondan ayrılmanız anlamına gelmiyor. Varlığınızın bir parçasından ayrılamazsınız. Her biri bir çünkü. Yalnızca aldığınız, üzerinize yapıştırdıgınız yükünüzü bırakıyorsunuz. Çünkü artık yürümek, mutlulukla koşmak, ışığın muhteşem müziğini yazmak istiyoruz. Her şey birbiri ile bağlı ve bir olduğundan siz bu çalışmayı yaptıgınızda, karşınızda gördüğünüz kişi de yüklerini bırakabilir eğer arzu ederse tabi.
Ona sarıl ve bunu söyle “ama artık varlığımda bu yükü taşımayı tercih etmiyorum.”. Sonra bir adım kadar geriye çık. Göbekleriniz arasında bir kordon ya da ip olduğunu düşün. Bu kordon, varlığına aldığın bu yükü taşıyan kordon. Kordonu gör, bu kordonla bilinçaltı kalıplarını, varlığını aşağı çekecek kabukları aldın. Şimdi eline altın renkli bir makas al. Bu altın renkli makasla o kordonu kes. Kordonun kesildiğini ve ayrıldıgını mutlaka gör. Ya da hisset. Ayrılmaz, kesilmezse tekrar dene. Daha çok sevgini ver. Bazen ip büyüyebilir, dallanıp budaklanabilir. Bu sefer makası büyüt o ip kesilsin ve ayrılsın. İp ayrıldıktan sonra tekrar gözlerinin içine bak, teşekkür ediyorum de ve uzaklaştığını gör. Yavaş yavaş gözlerini aç.
Bu çalışmayı yaparken çözülmeler yaşayabilirsin. Sarıldığında bazen birden bir duygu boşalması yaşayabilir, ağlayabilirsin. Bırak hislerin olduğu gibi aksın sen süreci yönetmeye çalışma bırak kontrolü. Varlığının çatışmaları çözülsün.
Çalışmanın aşamalarını kısaca tekrarlıyorum.
Gözlerini kapa, birkaç derin nefes al,
Çalışma yapacağın kişiyi karşına al,
Gözlerinin içine sevgiyle bakarak, teşekkür ediyorum ve seni seviyorum de,
Sonra ona sevgiyle sarıl ve şöyle söyle “Çok güzel anlar yaşadık, bir yüzümü gördüm ve çok güzel deneyimler kazandım. Ama artık varlığımda bu yükü taşımayı tercih etmiyorum.” Bir adım geriye çık.
Aranızda bir kordon olduğunu gör ya da düşün. Yükü taşıyan bu kordonu altın bir makası eline alarak kes. İpin ayrıldıgını mutlaka gör. Ayrılmazsa makası büyüt. Eğer zorlama ya da direnç hissediyorsan o an o kişiyi bırakıp başka birine geçebilir, başka bir zaman yine aynı kişi için yapabilirsin.
Gözlerinin içine tekrar sevgiyle bakarak, teşekkur ediyorum de, senden uzaklaştığını gör ve gözlerini yavaş yavaş aç.
Bu çalışmayı her seferinde bir kişi için yap. Bir kişi için 2-3 dak. yeterlidir bunun için. Öncelikle en çok çatışma yaşadığın kişilere, daha sonra çevrendeki insanlara, geçmişte yaşamış ya da şu an yaşamayan hayatındaki kişilere, en son sevdiklerine de bu çalışmayı yap. Bir kişi için eğer kordon ayrıldı ise bir kez yapman yeterli. Tekrar tekrar yapman inancının zayıflığını, şüphe duymuş olduğunu gösterir. Bir kez yap ve olduğunu bil. Sevdiklerinle daha güçlü bağlar kurduğunu, daha mutlu ilişkiler deneyimlediğini göreceksin. Çalışma iki taraflı çalıştığından, çatışma yaşadığün bir kişi ile birden daha güzel bir diyalog içine girdiğini görebilirsin. O kişi seni hiç beklemediğin halde hemen ve kısa bir süre sonra arayabilir. Birden çatışmanın çözümlendiğini görebilirsin.
Daha açık, sevgi dolu dostluklar, ilişkiler kuracaksın. Çünkü ilişkilerin yüklerden özgürleşecek. Hayatına artık hizmet etmeyen kişilerin de hayatından birden kendiliğinden çıktığını göreceksin. Çünkü o senin bir yanındı, ve sana yalnızca bir şey anlatmak için yine senin tarafından kendi yüzlerinden birini görmen için geldi. Artık hayatındaki görevi bittiğinden, birden uzaklaştıgını görebilirsin. Hayatına yeni birileri girebilir. Hayatına yeni girenler de senin şu andaki sevgi dolu titreşimine uygun kişiler olacak. Hatırla, içerisi nasılsa dışarısı da öyledir. İç çatışma durduğuda dışarıdaki çatışma da duracak.
Çalışmayı kendinde çatıştığı yanların için de yapabilirsin. Mesela bir konuda endişeleniyorsun, ya da içinde bir yanın seni aşağı çekiyor, korkuya sevkediyor. Bu sefer, kendini karşına al ve bu çalışmayı yap. Karşındaki kendin olsun. Bak gözlerinin içine. Karşındakini tanımla, o sensin, benim …..dan endişe duyan yanım. Teşekkür ediyorum, seni seviyorum. Sarıl, “Çok güzel anlar yaşadık, bir yüzümü gördüm ve çok güzel deneyimler kazandım. Ama artık varlığımda bu yükü taşımayı tercih etmiyorum” dedikten sonra kendi nin o yüzü ile arandaki bağı kes. Bunu aynı şekilde, bağımlı olduğun şeylere yapabilirsin. Herhangi bir hastalığını karşına alıp onunla bağini kesebilirsin. Bu yöntemle birden hastaığın çözülmeye iyileşmeye başladığını görebilir, mucizeler yaşayabilirsin. Hatta calışmayan bir cihazla arandaki baği kestiğinde onun çalışmaya başladığını bile görebilirsin.
Bizim cansız dediğimiz cihazlarımız da enerji ile calıştıklarından bazen bizdeki enerji dalgalanmaları manyetik alan yaratıp onların bozulmasına sebep olabilir. Bazen tuttuğunuz bir şeyin bozulduğunu, ya da elinizde kırıldığını görebilirsin. Uygula bunu, aklına gelen her şeyle yapabilirsin, bitkilerin, hayvanlarınla, bununla oyna ve yaratıcılığınla bu yöntemi kullan. Çok etkili ve hızlı çalışan bu yöntem, ayağındaki taşları, prangaları atmanı, kanatlanmanı sağlayacaktır.
Yüklerini bırak ve KANATLAN.
Düşünce
Mantra ile Mantram sözcükleri arasında çok küçük bir fark bulunmaktadır. Her ikisi de düşüncenin araçları anlamına gelen Sanskrit bir sözcükten türemektedir. Aralarindaki fark ise sudur: Mantram, seslendirilmişbir düşüncedir mantra ise sessizdir.
‘Bunu fark etmiş olsanız da olmasanız da yaşamlarınızı düşünceleriniz aracılığıyla yaratır ve biçimlendirirsiniz. Fiziksel gerçekliğinizin bir parçası olan her şey ilk olarak düşünce olarak adlandırılan saf malzemeden zihin tarafından yaratılır. Bir düşünce aracı olduğu için mantra, yaşamınızı istediğiniz şekilde yaratmanız ve biçimlendirmeniz için kullanabileceğiniz bir araçtır.
‘Şimdi, mantramı kendi yararınıza kullanabilmeniz için ilk olarak zihni ve onun nasıl çalıştığını anlamanız gerekmektedir. Son zamanlarda bilinçaltı kelimesi çok sık duyduğumuz ama anlamını pek kavrayamadığımız bir tanımlamadır. Lamalar, bilinçaltı yerine üst bilinç ya da yüksek bilinç olarak tercüme edilebilecek ve daha yüksek bir düzende ya da işlevlilikte çalışan bilinç anlamına gelen bir sözcük kullanmaktadırlar. Üst bilinçlilik zihninin görevi, saf enerji olan bir düşünceyi alarak ona fiziksel dünyada kati bir biçim vermektedir.
‘Bu konuda üzerine ciltler dolusu kitap yazılabilir ama su an için bilmeniz gereken en önemli şey sudur: Üst bilinçlilik, düşünce sisteminiz aracılığıyla verdiğiniz emirlere uymaya hazır ve hevesli, sadik bir hizmetkârdır. Bir şeyi düşündüğünüzde belli bir emir vermiş olursunuz. Sadık hizmetkârınız ise hemen bu düşünceyi isleyip onu fiziksel dünyadaki olgulara ve yaşamınızdaki olaylara dönüştürür. Bu nedenle fiziksel gerçeklik, sizin düşünce sizin düşünce sisteminizin bir aynasıdır. Düşünce sisteminizi ve biçiminizi değiştirdiğinizde, aynadaki görüntüleri de değiştirmiş olursunuz. Başka sözcüklerle ifade edecek olursak, yaşamınızı değiştirirsiniz.
‘Bu kavram, son derece basit olmasına karsın, pek çok insanin sık sık ayağının takılıp tökezlemesine neden olan bir engeldir. İnsanlar, yaşamlarındaki bazı istenmeyen ya da trajik olayları işaret edip bu olayları kendi düşünceleri ile yarattıklarını kabul etmeyi reddederler.
‘Fakat eğer düşüncelerinizi dikkatli bir şekilde incelerseniz, olumsuz düşüncelerinizin olumlu düşünceleriniz ile çatışma halinde olduklarını göreceksiniz. Bir solukta, ‘mutlu olmak istiyorum’ diyeceksiniz. Ama ikinci soluğunuzda kendinize mutlu olmamamız için yüzlerce neden sıralayacaksınız: Üst üste yığılan faturalar, fazla kilolarınız, gürültücü komsularınız, geciktiğiniz randevularınız vs., vs. Bu nedenle aslında ulamsak istediğiniz amacınız mutluluk olmasına karşın, düşünceleriniz bunun tam tersini yaratmak için aşırı çalışmaktadır.
‘Bir mantram ise, düşünce sistemlerinizi birleştirip, onları en yüksek ve büyük güçlü arzularınızla uyumlu duruma getirmenizi sağlamakta kullanabileceğiniz bir araçtır. Bu son derce güçlü aracı kullanmaya başlamadan önce, yaşamın size sunmasını istediğiniz ödülleri net bir şekilde belirlemelisiniz.
‘Bunu başarmanızı sağlayacak son derece basit bir çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmayı yapmak birkaç dakikanızı alır; bu nedenle bu çalışmayı her ay ya da daha sık tekrarlamanızı tavsiye ederim. Oturup en çok arzuladığınız şeylerin bir listesini çıkarın. İstediğiniz herhangi bir şeye niçin sahip olmanız gerektiğini düşünmeyin. Bunun yerine isteklerinizi çabucak yazın ve aklınıza gelen her şeyi bu listeye ekleyin. ‘Simdi listenizi dikkatli bir şekilde inceleyin ve yazdığınız her arzunun size nasıl bir ödül getirmesi gerektiğini sorun. Bu ödüller sizin peşlerinizde koştuğunuz şeyler olduğu için bunları da yazın. Örneğin, eğer ‘ daha iyi bir is istiyorum’ diye yazdıysanız, daha iyi bir isin size sunacağı ödüllerin gerçekten de neler olmasını istediğinizi yazın. Belki de özel yeteneklerinizi daha iyi kullanmak ya da kendinizi bu alanlarda geliştirmek istiyor olabilirsiniz. Belki de daha fazla para kazanmak istiyorsunuz ve bu sayede elde edeceğiniz güvenliği arzuluyorsunuz. Belki de yalnızca daha dostça ve rahat bir ortamda çalışmak istiyorsunuz.
‘Beklediğiniz ödüllerin daima duygular seklinde ifade edilmesi gerektiklerine dikkat edin. Duygular, ister acı ister tatlı olsunlar, sizin yaşamınızın deneyimlerinizin meyveleridir. Bunlar ödüllerdir. Bu dünyadan ayrılırken, maddi varlıklarınızı geride bırakacaksınız. Ancak duygularınız her zaman sizinle kalacak. Bu nedenle sonsuza dek sizinle kalacak olan yol arkadaşlarınızı iyi secin.
‘Simdi arzularınızın ve elde etmek istediğiniz ödüllerin listesini gözden geçirin. Listeyi yukarıdan aşağıya doğru okuyun ve bunu yaparken her şeyi özetleyebilecek iki ya da üç sözcük belirlemeye çalısın. Bu, ilk baslarda size olanaksız gibi gelebilir. Ancak bir kez dikkatli bir şekilde incelediğinizde, farklıymış gibi görünen arzu gruplarının ve ödüllerin ortak bir amaca hizmet ettiklerini göreceksiniz. Arzularınızı bu tür iki ya da üç gruba ayırın ve bunların tümünü de özetleyecek bir sözcük ya da ifade bulun. Basit bir örnek vermek gerekirse, daha iyi bir ev, pahalı bir otomobil ve yeni elbiseler istiyorsanız, bitin bunların ardındaki temel amaç varlık ya da zenginlik olabilir.
‘Su andan itibaren temel amaçlarınızın berrak bir resmini oluşturmuş olmalısınız; bu nedenle hepsini bir araya getirin ve onları kısa bir buyruğa dönüştürün. Buyruğun, olumlu, kısa ve doğru yönlendirilmiş olmasına dikkat edin. Örneğin, ‘ Hemen simdi, mutluluk, güç ve varlık istiyorum.’ İste onu oluşturdunuz. Buyruğunuzu yüksek sesle söylediğinizde bir mantram olur ya da daha basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, üst bilincinizi eyleme geçmesi için uyaran bir araca dönüşür.
‘Güç kelimesi iyi bir kelimedir çünkü fiziksel bedeninize sağlık, dayanıklılık ve canlılık kazandırmanıza yardımcı olur. Zihinsel düzeyde ise sizi kendi kaderinizin efendisi olmak için güçlendirecektir. Hemen, simdi sözcükleri üst bilincinize bu değişikliklerin ne zaman olmasını emrettiğinizi bildirmektedir: SIMDI. Bilinçaltınız, arzulanan şeylerin bir an önce yaratılması için harekete geçmek üzere emir almaktadır.
‘Simdi bir mantram’iniz var ve bunu eyleme dökmek düşündüğünüzden de kolaydır. Yapmanız gereken tek şey, tam bir inançla ve yüksek sesle söyleminizdir. Korkakça davranmayın. Sesinizin gücünü hissedin ve istediğiniz her şeyi yapacak olan sihirli birisine emir veriyormuşsunuz gibi konusun. Mantraminizi yüksek sesle ve kesin bir inançla seslendirdiğinizde yapmanız gereken her şeyi yapmış olursunuz.
‘Mantraminizi aksam yatmadan önce ve sabah uyanır uyanmaz söyleyin. Ardından da gün içinde belli aralıklarla bu buyruğu tekrarlama alışkanlığı geliştirin. Eğer bir aynanın önünde durursanız doğrudan doğruya kendi gözlerinizin içine bakıp kesin bir inançla mantraminızı tekrarlayın.
‘Ardından, gün içinde düşündüğünüz ve söylediğiniz şeylere dikkat edin. Üst bilinçlilik zihninize, onu karıştırıcı mesajlar verebilecek olumsuz düşüncelerinize ya da sözcüklerinize dikkat edin. Bu tür düşünceler ya da sözcükler mantramin olumlu gücüne zarar verecektir; bu nedenle bu tür bir şeyi fark ettiğinizde durun, derin bir soluk alin ve olumsuz düşünceyi ya da sözcüğü, mantraminizi güçlü bir şekilde seslendirerek ortadan kaldırın.
‘Kuskusuz ki eğer çevrede diğer insanlar varsa, durduk yerde, ‘Hemen, simdi, mutluluk, güç ve varlık istiyorum!’ diyemezsiniz. Bu tür bir durumda, size buyruğu, bir mantra olarak tekrarlamanızı tavsiye ederim. Yapmanız gereken tek şey mantranizi içinizden tekrarlamanız ve sözcüklerin anlamını içinizden derin bir şekilde düşünmenizdir. Sesin gücü tarafından desteklenmediği için mantra, mantram kadar etkili değildir ama yine de son derece etkili sonuçlara ulaşmanıza yardımcı olacaktır.
‘İster bir mantram isterse mantra kullanıyor olun anımsamanız gereken önemli bir şey vardır: Üst bilincinize bir buyruk verirken yalnızca sonuç olarak arzuladığınız şeyin üzerinde yoğunlaşmalısınız. Asla, üst bilincinize bunu nasıl başaracağını, kendi mucizelerini nasıl gerçekleştireceğini söylemeye kalkışmayın.
‘Üst bilinç, sizin tahmin edebileceğinizden çok daha akilli ve yaratıcıdır. Eğer belli bir yöne doğru yönlenirse, asla gözü korkup yolundan dönmez ve asla vazgeçmez; çünkü arzu ettiğiniz şeyi gerçekleştirmenin binlerce baksa yolunu bilmektedir. Eğer düşünceleriniz ya da inançlarınız aracılığıyla, üst bilincinize kendi isini nasıl yapacağını anlatmaya kalkarsanız yalnızca onun olasılıklarını ve sahip olduğu mucizeleri sınırlamış olursunuz.
‘Zihninizin üst bilinç alanı olağanüstü bir alandır. Kelimenin tam anlamında arzu ettiğiniz her şeyin gerçekleşmesini sağlamak için çalışmaktan büyük bir zevk alır.
Arzu, son derece büyük bir güçtür ve bu gücü üst bilincinizi harekete geçirmek için kullandığınızda, sizi yürekten arzuladığınız şeye asla hayal bile edemeyeceğiniz bir şekilde ulaştırmaktan büyük bir zevk alır ve bunu başarmak için heyecanlanır.
‘Bilmeniz gereken bir diğer şey de şudur: Zihnin üst bilinç alanı, düşüncelerinize karşılık vermek için onları yargılamaya kalkmaz. Acı ile zevk, üzüntü ile sevinç, mutsuzluk ile mutluluk arasında herhangi bir ayrım görmez. Bunu daha iyi bir şekilde ifade etmeyi denersek: Üst bilinç için hiçbir duygu iyi ya da kötü değildir. Onun isi, düşünce biçimlerini maddeye dönüştürmektir. Eğer düşüncelerinizi iyi-kötü, mutlu-mutsuz, değerli-değersiz diye ayırsaydı o zaman işini yapamazdı.
‘Kısacası, herkesin her ne arzuluyorsa onu gerçekleştirmesine yardımcı olacak basit sır sudur:
Düşünce sisteminizi değiştirin ve yaşamınız değişsin. Eğer size heyecan veren ya da etkileyen şeyler düşünürseniz, üst bilinciniz yaşamınızı üzücü şeyler yerine heyecan verici ya da etkileyici şeylerle dolduracaktır.
ALINTIDIR
Bu yazıdan çıkarttığım kadarı ile mantram bizim bildiğimiz olumlamaya eş değer bir cümlenin yerine bulunan kelimelerin tekrarlanmasıdır.
‘Bunu fark etmiş olsanız da olmasanız da yaşamlarınızı düşünceleriniz aracılığıyla yaratır ve biçimlendirirsiniz. Fiziksel gerçekliğinizin bir parçası olan her şey ilk olarak düşünce olarak adlandırılan saf malzemeden zihin tarafından yaratılır. Bir düşünce aracı olduğu için mantra, yaşamınızı istediğiniz şekilde yaratmanız ve biçimlendirmeniz için kullanabileceğiniz bir araçtır.
‘Şimdi, mantramı kendi yararınıza kullanabilmeniz için ilk olarak zihni ve onun nasıl çalıştığını anlamanız gerekmektedir. Son zamanlarda bilinçaltı kelimesi çok sık duyduğumuz ama anlamını pek kavrayamadığımız bir tanımlamadır. Lamalar, bilinçaltı yerine üst bilinç ya da yüksek bilinç olarak tercüme edilebilecek ve daha yüksek bir düzende ya da işlevlilikte çalışan bilinç anlamına gelen bir sözcük kullanmaktadırlar. Üst bilinçlilik zihninin görevi, saf enerji olan bir düşünceyi alarak ona fiziksel dünyada kati bir biçim vermektedir.
‘Bu konuda üzerine ciltler dolusu kitap yazılabilir ama su an için bilmeniz gereken en önemli şey sudur: Üst bilinçlilik, düşünce sisteminiz aracılığıyla verdiğiniz emirlere uymaya hazır ve hevesli, sadik bir hizmetkârdır. Bir şeyi düşündüğünüzde belli bir emir vermiş olursunuz. Sadık hizmetkârınız ise hemen bu düşünceyi isleyip onu fiziksel dünyadaki olgulara ve yaşamınızdaki olaylara dönüştürür. Bu nedenle fiziksel gerçeklik, sizin düşünce sizin düşünce sisteminizin bir aynasıdır. Düşünce sisteminizi ve biçiminizi değiştirdiğinizde, aynadaki görüntüleri de değiştirmiş olursunuz. Başka sözcüklerle ifade edecek olursak, yaşamınızı değiştirirsiniz.
‘Bu kavram, son derece basit olmasına karsın, pek çok insanin sık sık ayağının takılıp tökezlemesine neden olan bir engeldir. İnsanlar, yaşamlarındaki bazı istenmeyen ya da trajik olayları işaret edip bu olayları kendi düşünceleri ile yarattıklarını kabul etmeyi reddederler.
‘Fakat eğer düşüncelerinizi dikkatli bir şekilde incelerseniz, olumsuz düşüncelerinizin olumlu düşünceleriniz ile çatışma halinde olduklarını göreceksiniz. Bir solukta, ‘mutlu olmak istiyorum’ diyeceksiniz. Ama ikinci soluğunuzda kendinize mutlu olmamamız için yüzlerce neden sıralayacaksınız: Üst üste yığılan faturalar, fazla kilolarınız, gürültücü komsularınız, geciktiğiniz randevularınız vs., vs. Bu nedenle aslında ulamsak istediğiniz amacınız mutluluk olmasına karşın, düşünceleriniz bunun tam tersini yaratmak için aşırı çalışmaktadır.
‘Bir mantram ise, düşünce sistemlerinizi birleştirip, onları en yüksek ve büyük güçlü arzularınızla uyumlu duruma getirmenizi sağlamakta kullanabileceğiniz bir araçtır. Bu son derce güçlü aracı kullanmaya başlamadan önce, yaşamın size sunmasını istediğiniz ödülleri net bir şekilde belirlemelisiniz.
‘Bunu başarmanızı sağlayacak son derece basit bir çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmayı yapmak birkaç dakikanızı alır; bu nedenle bu çalışmayı her ay ya da daha sık tekrarlamanızı tavsiye ederim. Oturup en çok arzuladığınız şeylerin bir listesini çıkarın. İstediğiniz herhangi bir şeye niçin sahip olmanız gerektiğini düşünmeyin. Bunun yerine isteklerinizi çabucak yazın ve aklınıza gelen her şeyi bu listeye ekleyin. ‘Simdi listenizi dikkatli bir şekilde inceleyin ve yazdığınız her arzunun size nasıl bir ödül getirmesi gerektiğini sorun. Bu ödüller sizin peşlerinizde koştuğunuz şeyler olduğu için bunları da yazın. Örneğin, eğer ‘ daha iyi bir is istiyorum’ diye yazdıysanız, daha iyi bir isin size sunacağı ödüllerin gerçekten de neler olmasını istediğinizi yazın. Belki de özel yeteneklerinizi daha iyi kullanmak ya da kendinizi bu alanlarda geliştirmek istiyor olabilirsiniz. Belki de daha fazla para kazanmak istiyorsunuz ve bu sayede elde edeceğiniz güvenliği arzuluyorsunuz. Belki de yalnızca daha dostça ve rahat bir ortamda çalışmak istiyorsunuz.
‘Beklediğiniz ödüllerin daima duygular seklinde ifade edilmesi gerektiklerine dikkat edin. Duygular, ister acı ister tatlı olsunlar, sizin yaşamınızın deneyimlerinizin meyveleridir. Bunlar ödüllerdir. Bu dünyadan ayrılırken, maddi varlıklarınızı geride bırakacaksınız. Ancak duygularınız her zaman sizinle kalacak. Bu nedenle sonsuza dek sizinle kalacak olan yol arkadaşlarınızı iyi secin.
‘Simdi arzularınızın ve elde etmek istediğiniz ödüllerin listesini gözden geçirin. Listeyi yukarıdan aşağıya doğru okuyun ve bunu yaparken her şeyi özetleyebilecek iki ya da üç sözcük belirlemeye çalısın. Bu, ilk baslarda size olanaksız gibi gelebilir. Ancak bir kez dikkatli bir şekilde incelediğinizde, farklıymış gibi görünen arzu gruplarının ve ödüllerin ortak bir amaca hizmet ettiklerini göreceksiniz. Arzularınızı bu tür iki ya da üç gruba ayırın ve bunların tümünü de özetleyecek bir sözcük ya da ifade bulun. Basit bir örnek vermek gerekirse, daha iyi bir ev, pahalı bir otomobil ve yeni elbiseler istiyorsanız, bitin bunların ardındaki temel amaç varlık ya da zenginlik olabilir.
‘Su andan itibaren temel amaçlarınızın berrak bir resmini oluşturmuş olmalısınız; bu nedenle hepsini bir araya getirin ve onları kısa bir buyruğa dönüştürün. Buyruğun, olumlu, kısa ve doğru yönlendirilmiş olmasına dikkat edin. Örneğin, ‘ Hemen simdi, mutluluk, güç ve varlık istiyorum.’ İste onu oluşturdunuz. Buyruğunuzu yüksek sesle söylediğinizde bir mantram olur ya da daha basit bir şekilde ifade etmek gerekirse, üst bilincinizi eyleme geçmesi için uyaran bir araca dönüşür.
‘Güç kelimesi iyi bir kelimedir çünkü fiziksel bedeninize sağlık, dayanıklılık ve canlılık kazandırmanıza yardımcı olur. Zihinsel düzeyde ise sizi kendi kaderinizin efendisi olmak için güçlendirecektir. Hemen, simdi sözcükleri üst bilincinize bu değişikliklerin ne zaman olmasını emrettiğinizi bildirmektedir: SIMDI. Bilinçaltınız, arzulanan şeylerin bir an önce yaratılması için harekete geçmek üzere emir almaktadır.
‘Simdi bir mantram’iniz var ve bunu eyleme dökmek düşündüğünüzden de kolaydır. Yapmanız gereken tek şey, tam bir inançla ve yüksek sesle söyleminizdir. Korkakça davranmayın. Sesinizin gücünü hissedin ve istediğiniz her şeyi yapacak olan sihirli birisine emir veriyormuşsunuz gibi konusun. Mantraminizi yüksek sesle ve kesin bir inançla seslendirdiğinizde yapmanız gereken her şeyi yapmış olursunuz.
‘Mantraminizi aksam yatmadan önce ve sabah uyanır uyanmaz söyleyin. Ardından da gün içinde belli aralıklarla bu buyruğu tekrarlama alışkanlığı geliştirin. Eğer bir aynanın önünde durursanız doğrudan doğruya kendi gözlerinizin içine bakıp kesin bir inançla mantraminızı tekrarlayın.
‘Ardından, gün içinde düşündüğünüz ve söylediğiniz şeylere dikkat edin. Üst bilinçlilik zihninize, onu karıştırıcı mesajlar verebilecek olumsuz düşüncelerinize ya da sözcüklerinize dikkat edin. Bu tür düşünceler ya da sözcükler mantramin olumlu gücüne zarar verecektir; bu nedenle bu tür bir şeyi fark ettiğinizde durun, derin bir soluk alin ve olumsuz düşünceyi ya da sözcüğü, mantraminizi güçlü bir şekilde seslendirerek ortadan kaldırın.
‘Kuskusuz ki eğer çevrede diğer insanlar varsa, durduk yerde, ‘Hemen, simdi, mutluluk, güç ve varlık istiyorum!’ diyemezsiniz. Bu tür bir durumda, size buyruğu, bir mantra olarak tekrarlamanızı tavsiye ederim. Yapmanız gereken tek şey mantranizi içinizden tekrarlamanız ve sözcüklerin anlamını içinizden derin bir şekilde düşünmenizdir. Sesin gücü tarafından desteklenmediği için mantra, mantram kadar etkili değildir ama yine de son derece etkili sonuçlara ulaşmanıza yardımcı olacaktır.
‘İster bir mantram isterse mantra kullanıyor olun anımsamanız gereken önemli bir şey vardır: Üst bilincinize bir buyruk verirken yalnızca sonuç olarak arzuladığınız şeyin üzerinde yoğunlaşmalısınız. Asla, üst bilincinize bunu nasıl başaracağını, kendi mucizelerini nasıl gerçekleştireceğini söylemeye kalkışmayın.
‘Üst bilinç, sizin tahmin edebileceğinizden çok daha akilli ve yaratıcıdır. Eğer belli bir yöne doğru yönlenirse, asla gözü korkup yolundan dönmez ve asla vazgeçmez; çünkü arzu ettiğiniz şeyi gerçekleştirmenin binlerce baksa yolunu bilmektedir. Eğer düşünceleriniz ya da inançlarınız aracılığıyla, üst bilincinize kendi isini nasıl yapacağını anlatmaya kalkarsanız yalnızca onun olasılıklarını ve sahip olduğu mucizeleri sınırlamış olursunuz.
‘Zihninizin üst bilinç alanı olağanüstü bir alandır. Kelimenin tam anlamında arzu ettiğiniz her şeyin gerçekleşmesini sağlamak için çalışmaktan büyük bir zevk alır.
Arzu, son derece büyük bir güçtür ve bu gücü üst bilincinizi harekete geçirmek için kullandığınızda, sizi yürekten arzuladığınız şeye asla hayal bile edemeyeceğiniz bir şekilde ulaştırmaktan büyük bir zevk alır ve bunu başarmak için heyecanlanır.
‘Bilmeniz gereken bir diğer şey de şudur: Zihnin üst bilinç alanı, düşüncelerinize karşılık vermek için onları yargılamaya kalkmaz. Acı ile zevk, üzüntü ile sevinç, mutsuzluk ile mutluluk arasında herhangi bir ayrım görmez. Bunu daha iyi bir şekilde ifade etmeyi denersek: Üst bilinç için hiçbir duygu iyi ya da kötü değildir. Onun isi, düşünce biçimlerini maddeye dönüştürmektir. Eğer düşüncelerinizi iyi-kötü, mutlu-mutsuz, değerli-değersiz diye ayırsaydı o zaman işini yapamazdı.
‘Kısacası, herkesin her ne arzuluyorsa onu gerçekleştirmesine yardımcı olacak basit sır sudur:
Düşünce sisteminizi değiştirin ve yaşamınız değişsin. Eğer size heyecan veren ya da etkileyen şeyler düşünürseniz, üst bilinciniz yaşamınızı üzücü şeyler yerine heyecan verici ya da etkileyici şeylerle dolduracaktır.
ALINTIDIR
Bu yazıdan çıkarttığım kadarı ile mantram bizim bildiğimiz olumlamaya eş değer bir cümlenin yerine bulunan kelimelerin tekrarlanmasıdır.
Affetme Reçetesi
1-Artık acı çekmemeye karar vermek:
Maruz kaldığınız zarar devam ediyorsa, affetme sürecinin başlaması söz konusu değil. Fakat buna nasıl son verilecek? Şu veya bu nedenle uğradığı hayalkırıklığı ya da ihanet nedeniyle çektiği acıdan dolayı eli kolu bağlanmış durumda olanlar için ilk aşama "artık acı çekmeyeceğim" kararını almak! Bunu yapmak için acınızın sorumlusuyla kendi aranıza bir mesafe koymanız gerekiyor. Fiziki ve psikolojik bütünlüğünüzün söz konusu olduğu bazı önemli durumlarda, birinci aşamaya geçmenin tek yolu yargıya başvurmak. Bunu yaparak zarar veren sorumluluğuyla karşı karşıya bırakılır. Örneğin sizi taciz eden birini affetmek onu adalete teslim etmeye engel değildir. Filozof Simone Weil'in dediği gibi "Sadece cezalandırabildiklerimizi affedebiliriz." Fakat unutmayın, zarara uğrayan sadece isterse affeder!
2-Bir hatanın olduğunu kabul etmek
Geçmiş silinemez, dolayısıyla yapılanı unutmaya çalışmak boş. Savunma mekanizmamızla acıyı, nefreti ve kini bilinçaltımıza iteriz. Fakat bu, yıkıcı etkilerin daha şiddetli hissedilmesine neden olur. Size bu duyguları hissettireni bir hatanın sorumlusu olarak görmek kendiniz ve hayatınız için şart. Psikanalist Gabrielle Rubin'e göre böyle düşünmek insanın kendisiyle yeni bir bağ kurmasına izin veriyor. Bu, psikosomatik hastalıkların gelişmesini ve yeniden aynı duyguların yaşanmasını da engelliyor.
3-Kızgınlığını ifade etmek
Affetmek için "kurban" "cellat"ına kızgın olmalı. Yani kendi acısını tanımalı ve ondan kurtulabileceğini kabul etmeli. Saldırganlık, kızgınlık ve nefret başlangıçta gerekli ve sağlıklı bir psikolojik durumun göstergesi. Kurban kendisine yapılanı inkâr ettiği zaman maruz kaldığı şeyi kendi üstüne almış oluyor.
Kızgınlığını, nefretini hatayı yapana doğrudan ifade etmek çok nadir görülen bir durum. Çünkü hata yapan kendini suçlu olarak görmüyor ya da kurban üzerinde öyle bir etki yaratıyor ki zarar gören hiçbir tepki vermeye cüret edemiyor. Buna rağmen insan kendi içinde bütün bunlardan bağımsızlaşma sürecine girebilir. Bir deftere hissettiklerini yazma, güvendiği bir insana açılma ya da durum çok acı vericiyse psikoterapiste danışma faydalı yöntemlerden.
4-Suçlu hissetmeyi bırakma
Affedecek tarafta olanların büyük bölümü paradoksal olarak başlarına gelenden dolayı kendisini suçlu hisseder. Tam olarak neden yaralandığımızı anlamaya çalışmak, bu duyguyla ona eşlik eden acıyı ilişkilendirmemize izin verir. "Başka şekilde davranmadığım için affedilmezim" düşüncesinden kurtulmak şart. Tecavüz gibi dramatik durumlarda kendini affetmek, hayata devam etmek için vazgeçilmez bir koşul.
5-Size zarar vereni anlayın
Nefret ve kin saldırganlığın devam etmesine neden olabilir. Ancak bir süreden sonra bu durum kişide yıkıcı etkilerini göstermeye başlar. Bundan kurtulmak için kendinizi suçlu olanın yerine koymak iyi bir yöntem. Bu, bize kendimizi kötü hissettiren şeye bir anlam katar ve hatta bazı durumlarda da "kabul edilebilir" kılar. Suçluyu anlamak sadece onu affetmek amacına yönelik olmayabilir. Onun zayıflıklarını da tanımaya yardımcı olur.
6-Kendine zaman tanıma
Affetmek asla olanları unutmak değildir. Çok çabuk affetmek kimseye kendini daha iyi hissettirmez. Önerilen, bunun kendiliğinden olması. Psikanalist Nicole Fabre "Bu sürecin aktif bir parçası olsanız da kendinize zaman tanıyın" diyor. Çok çabuk gerçekleşen bir af, suçlu tarafından tamamen aklanma olarak algılanabileceği gibi, affeden tarafın da kendini kandırmasına, bilinçsizce kin ve nefret hissetmeye devam etmesine neden olacaktır
Maruz kaldığınız zarar devam ediyorsa, affetme sürecinin başlaması söz konusu değil. Fakat buna nasıl son verilecek? Şu veya bu nedenle uğradığı hayalkırıklığı ya da ihanet nedeniyle çektiği acıdan dolayı eli kolu bağlanmış durumda olanlar için ilk aşama "artık acı çekmeyeceğim" kararını almak! Bunu yapmak için acınızın sorumlusuyla kendi aranıza bir mesafe koymanız gerekiyor. Fiziki ve psikolojik bütünlüğünüzün söz konusu olduğu bazı önemli durumlarda, birinci aşamaya geçmenin tek yolu yargıya başvurmak. Bunu yaparak zarar veren sorumluluğuyla karşı karşıya bırakılır. Örneğin sizi taciz eden birini affetmek onu adalete teslim etmeye engel değildir. Filozof Simone Weil'in dediği gibi "Sadece cezalandırabildiklerimizi affedebiliriz." Fakat unutmayın, zarara uğrayan sadece isterse affeder!
2-Bir hatanın olduğunu kabul etmek
Geçmiş silinemez, dolayısıyla yapılanı unutmaya çalışmak boş. Savunma mekanizmamızla acıyı, nefreti ve kini bilinçaltımıza iteriz. Fakat bu, yıkıcı etkilerin daha şiddetli hissedilmesine neden olur. Size bu duyguları hissettireni bir hatanın sorumlusu olarak görmek kendiniz ve hayatınız için şart. Psikanalist Gabrielle Rubin'e göre böyle düşünmek insanın kendisiyle yeni bir bağ kurmasına izin veriyor. Bu, psikosomatik hastalıkların gelişmesini ve yeniden aynı duyguların yaşanmasını da engelliyor.
3-Kızgınlığını ifade etmek
Affetmek için "kurban" "cellat"ına kızgın olmalı. Yani kendi acısını tanımalı ve ondan kurtulabileceğini kabul etmeli. Saldırganlık, kızgınlık ve nefret başlangıçta gerekli ve sağlıklı bir psikolojik durumun göstergesi. Kurban kendisine yapılanı inkâr ettiği zaman maruz kaldığı şeyi kendi üstüne almış oluyor.
Kızgınlığını, nefretini hatayı yapana doğrudan ifade etmek çok nadir görülen bir durum. Çünkü hata yapan kendini suçlu olarak görmüyor ya da kurban üzerinde öyle bir etki yaratıyor ki zarar gören hiçbir tepki vermeye cüret edemiyor. Buna rağmen insan kendi içinde bütün bunlardan bağımsızlaşma sürecine girebilir. Bir deftere hissettiklerini yazma, güvendiği bir insana açılma ya da durum çok acı vericiyse psikoterapiste danışma faydalı yöntemlerden.
4-Suçlu hissetmeyi bırakma
Affedecek tarafta olanların büyük bölümü paradoksal olarak başlarına gelenden dolayı kendisini suçlu hisseder. Tam olarak neden yaralandığımızı anlamaya çalışmak, bu duyguyla ona eşlik eden acıyı ilişkilendirmemize izin verir. "Başka şekilde davranmadığım için affedilmezim" düşüncesinden kurtulmak şart. Tecavüz gibi dramatik durumlarda kendini affetmek, hayata devam etmek için vazgeçilmez bir koşul.
5-Size zarar vereni anlayın
Nefret ve kin saldırganlığın devam etmesine neden olabilir. Ancak bir süreden sonra bu durum kişide yıkıcı etkilerini göstermeye başlar. Bundan kurtulmak için kendinizi suçlu olanın yerine koymak iyi bir yöntem. Bu, bize kendimizi kötü hissettiren şeye bir anlam katar ve hatta bazı durumlarda da "kabul edilebilir" kılar. Suçluyu anlamak sadece onu affetmek amacına yönelik olmayabilir. Onun zayıflıklarını da tanımaya yardımcı olur.
6-Kendine zaman tanıma
Affetmek asla olanları unutmak değildir. Çok çabuk affetmek kimseye kendini daha iyi hissettirmez. Önerilen, bunun kendiliğinden olması. Psikanalist Nicole Fabre "Bu sürecin aktif bir parçası olsanız da kendinize zaman tanıyın" diyor. Çok çabuk gerçekleşen bir af, suçlu tarafından tamamen aklanma olarak algılanabileceği gibi, affeden tarafın da kendini kandırmasına, bilinçsizce kin ve nefret hissetmeye devam etmesine neden olacaktır
Affetmek...
Affedemediklerimiz bizim yaşam enerjimizi düşürür, bizi kızgın ve öfkeli yapar, bağışıklık sistemimizi yavaşlatabilir hatta hem fiziksel hem de ruhsal olarak hasta olmamıza sebep olabilir. Hastalıklar vücudumuzun sinyalleridir, genellikle zihinsel, ruhsal ya da duygusal olarak sorunlar olduğunu gösterir. Affedemediklerimiz, yaşadığımız travmalara sebep olan çevremizde ki insanlar ya da bizzat kendimiz de olabiliriz. Affetmek kişisel gelişim sürecinde önemli bir rol oynar. Bize zarar veren bu yükten kurtulmamız yani affetmemiz, özgürleşmemiz gerekir. Affetmek demek, seni ya da kendimi affettim demekle olmuyor ne yazık ki. Bu polyannacılıktan öte geçmez. Kişiyi o anda rahatlatsa bile, derinlerde yatan, bastırılmış olan öfke ve çözülmeyen sorun ileride çok daha ağır bir şekilde patlak verebilir. Affetmek bir süreçtir. Bir gün içinde affetmek sağlıklı bir affetme olmaz.
Affetmek demek olanları sineye çekmek değildir, affetmek demek olanı olduğu gibi kabul etmekte değildir. Affetmek, bildiklerinin en iyisi yapmışlardı demekte değildir. Affetmek, yapılanları onaylamak ya da hoş görmekte değildir. Affetmek olanları unutmakta değildir. Affetmek, affettim deyip özellikle kendimize mutluluk maskesi takmak, sahte gülümseyişler, sahte tavırlarda bulunmak hiç değildir. Affedemediğimiz kişi ve olayın bize verdiği acı vardır bunu yok sayamayız ancak unutulmamalıdır ki affetmeyi gerektiren her travma içinde önemli dersleride barındırır.
Gerçekten affetmek için, bizim değişime ihtiyacımız vardır. Değişmesi gerekenler olduğu için gerçekten affedemiyoruzdur. Bakış açımızı değiştirmeye ihtiyacımız vardır. Olaylara olan bakış açımız değiştiğinde affedilecek bir şeyin kalmadığını görürüz zaten. Neden affedemiyoruz. Bize zarar veren kişi ve olaylara izin veren biz değilmiydik? Bizde o olayların içinde değilmiydik? Bizimde bunda payımız yokmuydu? Kendi sınırlarımızı çizemeyen, öz sınırlarımızın ihlal edilmesine izin veren yine kendimiz değilmiydik? Evet bizdik. Buna izin veren bizdik başkası değil. Affetmek için önce farkında olmak, atılacak en büyük adımdır. Neden insanlara kızgınlık duyarız? Hangi sınırımızı aştılar, bize nasıl bir zarar verdiler? O sınırı aşmalarına biz izin vermeseydik o sınırı geçebilirlermiydi? Tabi bu demek değildir ki bundan sonra sınırlarımızı kale gibi öreceğiz, insanlarla aramızda bize zarar veremesinler diye büyük duvarlar olacak, hele bu hiç değil.
Her birey kendi yaşamından sorumludur ve kendisine ait alanına kimin ne kadar gireceğine de kişi kendisi karar verir. Bazen kendimizi hayatın akışında olaylara öylesine kaptırıyoruz ki, yaşam içinde karşılaştığımız olayların bizde yarattığı öğretiler için ince bir zeka ile planlanmış muhteşem ilahi planlar olduğunu unutuyoruz. Bunun farkındalığını hatırlamak bile bir affediştir. En büyük derslerimizi bize en çok acı veren olaylardan çıkartmadık mı? En büyük affediş yaşanılanlardan gerekli dersi almaktır. Ayrıca haklı olmaya çalışmak kavramından çıkmak demektir. İçsel sınırımızı iyi çizmek, kendimize değer vermek, kendimizi sevmek ve kendimize saygı duymak, özsaygımızı geliştirmek demektir. Bu farkındalığı bize öğreten kişi ve olaylara teşekkür etmek demektir. Gerçekten affetmek, kendimize verdiğimiz en büyük armağandır. Affetmek ayrıca koşulsuz sevgiyi öğrenmektir. Sevginin akmasına izin vermektir. İnsanlarla benzer yanlarımızın olduğunu da görebilmek ve kabul etmektir. Affetmek, sevmekle, bize ait olan sınırları çizmenin ayrımının farkına varmak bunların ikisini birbirine karıştırmamak demektir. Özgüvenimizin ve özsaygımızın artması demektir. Tüm yaşanılan olaylara dışarıdan bir gözle bakıyomuşçasına bütünü görebilmek ve analiz yapabilmektir. İnsanın cevaplarını aynı zamanda dönüp kendi içinde de araması demektir. Affetmeye çalıştıklarımızın bize ayna tutmasına teşekkür etmektir.
Affetmek, farkındalığı ve değişimi içeren bir süreçtir, bu süreçte kristallerden yardım alabiliriz.
İşlenmemiş doğal halde bir ametist kuvars kristali ile pembe kuvars kristalini birlikte kullanılmasını tavsiye ediyorum. Ametistin, bilinç seviyemizi yükselten, farkındalığı arttıran bir etkisi vardır. Pembe kuvars ise özellikle affetme ile ilgili blokajları çözer, derinlerde yatan kin, öfke, nefret gibi bize zarar veren olumsuz duyguları ortaya çıkartıp sevgiye dönüştürür. Enerjisini İlahi ana kaynağın sevgisinden alır ve bu ilahi sevgi titreşimlerini kişiye yansıtır.
Bu iki kristali yan yana kalp hizasına yakın kolye şeklinde taşımak en etkili yollardan birisidir. Eğer aksesuar taşımayı sevmiyorsak o zaman doğal birer parça ametist ve pembe kuvars kayacı ile çalışma da yapılabilir. Yukarıda ki yazıyı iyice okuyup bunun farkındalığına vardıktan sonra;
Sol elimizde pembe kuvars, sağ elimizde ametist kalp hizasında tutuyoruz ve derin bir nefes alıp verdikten sonra aşağıda ki olumlamayı 3 er kez okuyoruz.
Olumlama
Sana karşı duyduğum ve beni yıpratan tüm olumsuz duygularımdan arınmaya ve seni affetmeye niyet ettim.
Ben seni şu anda affetmeyi kabul ediyorum. Çünkü bu duruma aslında ben izin verdim.
Bu dünyada oyun arkadaşım olduğunu kabul ediyorum.
Seninle yaşadığım her şeyin benim yüce hayrıma olduğunu kabul ediyorum. Gerekli derslerimi aldım.
Bundan dolayı senin varlığına şükrediyorum.
Bu yolda sevgiyle seni serbest bırakıyorum.
Seni affediyorum.
Kendimi affediyorum.
Bir süre kristalleri elimizde tutmaya devam ediyoruz. Yaradanın sevgi titreşimlerini taşıyan kristalleri kalbimizin derinliklerinde hissediyoruz ve onlara bu ilahi sevgi enerjisini, titreşimlerini taşıdıkları için teşekkür ediyoruz. Yaradana sonsuz sevgi ve ışığını yansıttığı için şükrediyoruz. Yaşadıklarımızın aslında bizim olgunlaşmamız ve almamız gereken derslerimiz doğrultusunda ihtiyacımıza göre yaşadığımız için farkına varıyoruz ve şükrediyoruz.
Eğer affedemediğimiz kendimiz isek o zaman yukarıda ki olumlama yerine aşağıdaki olumlamayı söylüyoruz, yapılan işlemler ise aynı.
Olumlama(kendimiz için)
Yaşadığım ve yaptığım her şeyi seviyorum.
Tüm yaşadıklarımı yaşanması gerektiği için yaşadım.
Yaşadığım ve yaptığım her şey için kendimi onaylıyorum.
Beni bir başkasının onaylaması gerekmiyor.
Ben kendimi onaylıyorum.
Ben kendimi seviyor beğeniyor ve onaylıyorum.
Ben değerliyim.
Yaşadığım her şey benim kendi seçimim.
Verdiğim her karar benim kendi seçimim.
Ben tüm kararlarımı ve yaşadığım her şeyi onaylıyorum.
Ben kendimi onaylıyorum.
Ben kendimi affediyorum.
Ben kendimi tümüyle seviyor ve takdir ediyorum.
Hayatı seviyorum.
Yaşamayı seviyorum.
Bu çalışmanın bir affetme süreci olduğu unutmayalım ve tamamen derinden affettiğimize inanana kadar bu çalışmayı her gün yapalım.
KAYNAK: Ayla Aydın
Affetmek demek olanları sineye çekmek değildir, affetmek demek olanı olduğu gibi kabul etmekte değildir. Affetmek, bildiklerinin en iyisi yapmışlardı demekte değildir. Affetmek, yapılanları onaylamak ya da hoş görmekte değildir. Affetmek olanları unutmakta değildir. Affetmek, affettim deyip özellikle kendimize mutluluk maskesi takmak, sahte gülümseyişler, sahte tavırlarda bulunmak hiç değildir. Affedemediğimiz kişi ve olayın bize verdiği acı vardır bunu yok sayamayız ancak unutulmamalıdır ki affetmeyi gerektiren her travma içinde önemli dersleride barındırır.
Gerçekten affetmek için, bizim değişime ihtiyacımız vardır. Değişmesi gerekenler olduğu için gerçekten affedemiyoruzdur. Bakış açımızı değiştirmeye ihtiyacımız vardır. Olaylara olan bakış açımız değiştiğinde affedilecek bir şeyin kalmadığını görürüz zaten. Neden affedemiyoruz. Bize zarar veren kişi ve olaylara izin veren biz değilmiydik? Bizde o olayların içinde değilmiydik? Bizimde bunda payımız yokmuydu? Kendi sınırlarımızı çizemeyen, öz sınırlarımızın ihlal edilmesine izin veren yine kendimiz değilmiydik? Evet bizdik. Buna izin veren bizdik başkası değil. Affetmek için önce farkında olmak, atılacak en büyük adımdır. Neden insanlara kızgınlık duyarız? Hangi sınırımızı aştılar, bize nasıl bir zarar verdiler? O sınırı aşmalarına biz izin vermeseydik o sınırı geçebilirlermiydi? Tabi bu demek değildir ki bundan sonra sınırlarımızı kale gibi öreceğiz, insanlarla aramızda bize zarar veremesinler diye büyük duvarlar olacak, hele bu hiç değil.
Her birey kendi yaşamından sorumludur ve kendisine ait alanına kimin ne kadar gireceğine de kişi kendisi karar verir. Bazen kendimizi hayatın akışında olaylara öylesine kaptırıyoruz ki, yaşam içinde karşılaştığımız olayların bizde yarattığı öğretiler için ince bir zeka ile planlanmış muhteşem ilahi planlar olduğunu unutuyoruz. Bunun farkındalığını hatırlamak bile bir affediştir. En büyük derslerimizi bize en çok acı veren olaylardan çıkartmadık mı? En büyük affediş yaşanılanlardan gerekli dersi almaktır. Ayrıca haklı olmaya çalışmak kavramından çıkmak demektir. İçsel sınırımızı iyi çizmek, kendimize değer vermek, kendimizi sevmek ve kendimize saygı duymak, özsaygımızı geliştirmek demektir. Bu farkındalığı bize öğreten kişi ve olaylara teşekkür etmek demektir. Gerçekten affetmek, kendimize verdiğimiz en büyük armağandır. Affetmek ayrıca koşulsuz sevgiyi öğrenmektir. Sevginin akmasına izin vermektir. İnsanlarla benzer yanlarımızın olduğunu da görebilmek ve kabul etmektir. Affetmek, sevmekle, bize ait olan sınırları çizmenin ayrımının farkına varmak bunların ikisini birbirine karıştırmamak demektir. Özgüvenimizin ve özsaygımızın artması demektir. Tüm yaşanılan olaylara dışarıdan bir gözle bakıyomuşçasına bütünü görebilmek ve analiz yapabilmektir. İnsanın cevaplarını aynı zamanda dönüp kendi içinde de araması demektir. Affetmeye çalıştıklarımızın bize ayna tutmasına teşekkür etmektir.
Affetmek, farkındalığı ve değişimi içeren bir süreçtir, bu süreçte kristallerden yardım alabiliriz.
İşlenmemiş doğal halde bir ametist kuvars kristali ile pembe kuvars kristalini birlikte kullanılmasını tavsiye ediyorum. Ametistin, bilinç seviyemizi yükselten, farkındalığı arttıran bir etkisi vardır. Pembe kuvars ise özellikle affetme ile ilgili blokajları çözer, derinlerde yatan kin, öfke, nefret gibi bize zarar veren olumsuz duyguları ortaya çıkartıp sevgiye dönüştürür. Enerjisini İlahi ana kaynağın sevgisinden alır ve bu ilahi sevgi titreşimlerini kişiye yansıtır.
Bu iki kristali yan yana kalp hizasına yakın kolye şeklinde taşımak en etkili yollardan birisidir. Eğer aksesuar taşımayı sevmiyorsak o zaman doğal birer parça ametist ve pembe kuvars kayacı ile çalışma da yapılabilir. Yukarıda ki yazıyı iyice okuyup bunun farkındalığına vardıktan sonra;
Sol elimizde pembe kuvars, sağ elimizde ametist kalp hizasında tutuyoruz ve derin bir nefes alıp verdikten sonra aşağıda ki olumlamayı 3 er kez okuyoruz.
Olumlama
Sana karşı duyduğum ve beni yıpratan tüm olumsuz duygularımdan arınmaya ve seni affetmeye niyet ettim.
Ben seni şu anda affetmeyi kabul ediyorum. Çünkü bu duruma aslında ben izin verdim.
Bu dünyada oyun arkadaşım olduğunu kabul ediyorum.
Seninle yaşadığım her şeyin benim yüce hayrıma olduğunu kabul ediyorum. Gerekli derslerimi aldım.
Bundan dolayı senin varlığına şükrediyorum.
Bu yolda sevgiyle seni serbest bırakıyorum.
Seni affediyorum.
Kendimi affediyorum.
Bir süre kristalleri elimizde tutmaya devam ediyoruz. Yaradanın sevgi titreşimlerini taşıyan kristalleri kalbimizin derinliklerinde hissediyoruz ve onlara bu ilahi sevgi enerjisini, titreşimlerini taşıdıkları için teşekkür ediyoruz. Yaradana sonsuz sevgi ve ışığını yansıttığı için şükrediyoruz. Yaşadıklarımızın aslında bizim olgunlaşmamız ve almamız gereken derslerimiz doğrultusunda ihtiyacımıza göre yaşadığımız için farkına varıyoruz ve şükrediyoruz.
Eğer affedemediğimiz kendimiz isek o zaman yukarıda ki olumlama yerine aşağıdaki olumlamayı söylüyoruz, yapılan işlemler ise aynı.
Olumlama(kendimiz için)
Yaşadığım ve yaptığım her şeyi seviyorum.
Tüm yaşadıklarımı yaşanması gerektiği için yaşadım.
Yaşadığım ve yaptığım her şey için kendimi onaylıyorum.
Beni bir başkasının onaylaması gerekmiyor.
Ben kendimi onaylıyorum.
Ben kendimi seviyor beğeniyor ve onaylıyorum.
Ben değerliyim.
Yaşadığım her şey benim kendi seçimim.
Verdiğim her karar benim kendi seçimim.
Ben tüm kararlarımı ve yaşadığım her şeyi onaylıyorum.
Ben kendimi onaylıyorum.
Ben kendimi affediyorum.
Ben kendimi tümüyle seviyor ve takdir ediyorum.
Hayatı seviyorum.
Yaşamayı seviyorum.
Bu çalışmanın bir affetme süreci olduğu unutmayalım ve tamamen derinden affettiğimize inanana kadar bu çalışmayı her gün yapalım.
KAYNAK: Ayla Aydın
28 Nisan 2013 Pazar
27 Nisan 2013 Cumartesi
Emanete hiyanet etmemeli...:
Kendime iyi bakmalıyım
Kötü huylarımdan uzaklaşmalıyım
Nefsime uymamalıyım
Bedenime zarar vermemeliyim
Ruhum hep temiz kalmalı
Yüreğim tek düze kalmalı
Allahın verdiğine zarar vermemeliyim
KENDİME İYİ BAKmALIYIM..ÇÜNKÜ İÇİMDE SEN vARSIN...
Kötü huylarımdan uzaklaşmalıyım
Nefsime uymamalıyım
Bedenime zarar vermemeliyim
Ruhum hep temiz kalmalı
Yüreğim tek düze kalmalı
Allahın verdiğine zarar vermemeliyim
KENDİME İYİ BAKmALIYIM..ÇÜNKÜ İÇİMDE SEN vARSIN...
Ego
Kişinin kendi egosunu görmesi zordur.
Başkalarının egosunu görmekse çok kolaydır.
Fakat önemli olan bu değildir, onlara yardım edemezsiniz.
Siz kendi egonuzu görmeye çalışın.
Sadece izleyin.
Ondan kurtulmak için aceleci olmayın, sadece izleyin.
Ne kadar izlerseniz, o kadar yeterli hale gelirsiniz.
Bir gün aniden görüverirsiniz ki, kendiliğinden kaybolmuş.
Ve aslında sadece kendiliğinden olduğunda kaybolmuş olur.
Başka bir yolu yoktur. Olgunluğuna erişmeden ondan kurtulamazsınız.
Kuru bir yaprak gibi düşer.
Ağaç hiç bir şey yapmaz - hafif bir meltem, bir şeyler olur ve ölü yaprak öylece düşer. Hatta ağaç yaprağın düştüğünün farkına bile varmaz. O ses çıkarmaz, bir şey iddia etmez, hiçbir şey yapmaz.
Kurumuş yaprak öylece yere düşer ve dağılır hepsi bu.
Bilinç ve anlayış yoluyla olgunlaştığınızda ve egonun tüm mutsuzluklarınızın nedeni olduğunu derinden hissettiğinizde, bir gün aniden, kurumuş yaprağın düşmekte olduğunu göreceksiniz.
O yere ulaşır ve kendi kendine ölür. Siz hiç bir şey yapmadınız dolayısıyla ondan kendinizin kurtulduğunu idda edemezsiniz. Onun kayboluverdiğini görürsünüz ve gerçek merkez ortaya çıkar...
OSHO
Başkalarının egosunu görmekse çok kolaydır.
Fakat önemli olan bu değildir, onlara yardım edemezsiniz.
Siz kendi egonuzu görmeye çalışın.
Sadece izleyin.
Ondan kurtulmak için aceleci olmayın, sadece izleyin.
Ne kadar izlerseniz, o kadar yeterli hale gelirsiniz.
Bir gün aniden görüverirsiniz ki, kendiliğinden kaybolmuş.
Ve aslında sadece kendiliğinden olduğunda kaybolmuş olur.
Başka bir yolu yoktur. Olgunluğuna erişmeden ondan kurtulamazsınız.
Kuru bir yaprak gibi düşer.
Ağaç hiç bir şey yapmaz - hafif bir meltem, bir şeyler olur ve ölü yaprak öylece düşer. Hatta ağaç yaprağın düştüğünün farkına bile varmaz. O ses çıkarmaz, bir şey iddia etmez, hiçbir şey yapmaz.
Kurumuş yaprak öylece yere düşer ve dağılır hepsi bu.
Bilinç ve anlayış yoluyla olgunlaştığınızda ve egonun tüm mutsuzluklarınızın nedeni olduğunu derinden hissettiğinizde, bir gün aniden, kurumuş yaprağın düşmekte olduğunu göreceksiniz.
O yere ulaşır ve kendi kendine ölür. Siz hiç bir şey yapmadınız dolayısıyla ondan kendinizin kurtulduğunu idda edemezsiniz. Onun kayboluverdiğini görürsünüz ve gerçek merkez ortaya çıkar...
OSHO
26 Nisan 2013 Cuma
Hiç...
Dücane Cündioğlu Okurları
5 Eylül 2011
bil ki ey sevgili
ben seni aklımdan hiç çıkarmadım;
ben sadece aklımı çıkardım
ve böyle bilsin bütün dünya,
ben aklımı senin rağmına değil,
senin uğruna senden çıkardım...
5 Eylül 2011
bil ki ey sevgili
ben seni aklımdan hiç çıkarmadım;
ben sadece aklımı çıkardım
ve böyle bilsin bütün dünya,
ben aklımı senin rağmına değil,
senin uğruna senden çıkardım...
Başka söze gerek yok... Net budur...
20 Mart
Siz hâlâ orada mısınız?
Bu söz çok işitilmiştir akıntıya kapılıp gidenlerin ağzından. Çünkü akıntıya kapılıp gidenler, vicdanlarını soğutmak için en çok bu sözü kullanırlar ve arkadaşlarını akıntıya karşı kürek çekmekle, hâlâ orada olmakla, lüzumsuz yere direnmekle, vakitlerini boşa harcamakla suçlarlar.
İşte bu tür insanların Kur’an'da geçen sabır kavramının gerçek anlamını kavrayamamalarının en temel nedeni budur!
Hal böyleyken, seni merakta bırakmayayım ey talib, Kur'an'da sabrın anlamı zulme katlanmak değil, zulme ayak diremektir.
------------
Aşk olgunlaştırır. Her aşırılık gibi. Her tehlike gibi.
Anormaldir. Sıra dışıdır. Yakışıksızdır.
Hiçbir zaman aranıp bulunamaz; baygın gözlerin, büzülmüş dudakların, tombul ve boğumsuz parmakların sahiplerince.
Namus ister. Haysiyet ister. Kara sevdaların peşinde bağrı yanmış adam ister.
Unutma ey talib, aşk, her şeyden evvel, Leyla'ya 'evet' değil, 'hayır' demiş olmayı ister.
---------------
Kişi utanabilirse ne mutlu ona, alim olamasa bile hiç değilse adam olur.
---------------
Yaralıyım... Kendimle aramdaki mesafeyi kapatmak zorundayım...
---------------
İsteklerinizden vazgeçiniz- ki buna rıza ve teslimiyet denir.- göreceksiniz ki acılarınızın en önemli kaynağı kuruyacaktır.
---------------
Hz. Ali'nin sözünü hatırlayalım:
— "Dualarımı kabul etmemesinden bildim ben O'nu!"
Yani beni bana bırakmamasından... isteklerimi yerine getirmemek suretiyle rahmet ve şefkatini belli etmesinden... şımarıklığıma izin vermemekle sırrını belli edişinden tanıdım O'nu.
İsteklerinin gerçekleşmesi kişiyi kendinden uzaklaştırır, sanıldığının tam da aksine. Başarılı her adımında kendisine ihtimamı azalır âdemin, ve tabii ki etrafına, dostlarına... insan'a...
Duası makbul olan insan insana aldırmaz olur. Sadık bir Tanrı'ya güvenir. Sadakat gösterir ve sadakat bekler. Sadakatle kibirlenir. Şişinir. Oysa sadakat her zaman erdem değildir. Çünkü sadakat bir çırpıda kişinin efendisini kendisine borçlandırmanın bir yolu hâline alabilir. Umumiyetle alır da.
Uşakların efendilerine sadakati, bazen sahip oldukları tek meziyetle, yani sadakat aracılığıyla, efendileri üzerinde güç kazanmayı sağlar. Zayıflarken kuvvetlenmenin bir diğer yoludur sadakat. Vazgeçilmezler sırasına girmektir. İhanet etmeyerek, sadık kalarak ilişkinin sürekliliğini sağlamaktır. Güvende olmaktır. Korkudan emin olmaktır; reddedilmek ve terkedilmek korkusundan...
Bütün vazifelerini yaptıkları hâlde dualarının kabul olmamasına akıl sır erdiremeyenler, bazen en büyük cezanın dua edenin duasını kabul etmek olduğunu nereden bilsinler?
---------------
"Tevbe etmek demek, ayağa kalkmak demek.
Her düşüşünde yeniden kalkmak.
Düşüşlerin yolda oluşunun alâmeti. Düşe kalka yürüyüşünün. İnsan oluşunun.
Düşmekten korkmamalısın. Korkacaksan, ayağa kalkamamaktan kork!
Düşersen, ayağa kalkmaktan kaçınma! Düş, ama her defasında yeniden kalk ve yola devam et!
Günahların da senin, tevbelerin de.
Düşüşlerinle kemâle ereceksin, ve günahlarından dönüşlerinle...
Noksanlarınla, eksiklerinle, yetersizliklerinle âlemin kemâline katkıda bulunacaksın.
Noksan olmasaydın, âlem noksan olurdu, senden, senin eksiklerinden, noksanlarından, yetersizliklerinden mahrum kalırdı.
Düşmeden kalkamazsın.
Günah işlemedikçe tevbe edemezsin. "
Dücane Cündioğlu
Siz hâlâ orada mısınız?
Bu söz çok işitilmiştir akıntıya kapılıp gidenlerin ağzından. Çünkü akıntıya kapılıp gidenler, vicdanlarını soğutmak için en çok bu sözü kullanırlar ve arkadaşlarını akıntıya karşı kürek çekmekle, hâlâ orada olmakla, lüzumsuz yere direnmekle, vakitlerini boşa harcamakla suçlarlar.
İşte bu tür insanların Kur’an'da geçen sabır kavramının gerçek anlamını kavrayamamalarının en temel nedeni budur!
Hal böyleyken, seni merakta bırakmayayım ey talib, Kur'an'da sabrın anlamı zulme katlanmak değil, zulme ayak diremektir.
------------
Aşk olgunlaştırır. Her aşırılık gibi. Her tehlike gibi.
Anormaldir. Sıra dışıdır. Yakışıksızdır.
Hiçbir zaman aranıp bulunamaz; baygın gözlerin, büzülmüş dudakların, tombul ve boğumsuz parmakların sahiplerince.
Namus ister. Haysiyet ister. Kara sevdaların peşinde bağrı yanmış adam ister.
Unutma ey talib, aşk, her şeyden evvel, Leyla'ya 'evet' değil, 'hayır' demiş olmayı ister.
---------------
Kişi utanabilirse ne mutlu ona, alim olamasa bile hiç değilse adam olur.
---------------
Yaralıyım... Kendimle aramdaki mesafeyi kapatmak zorundayım...
---------------
İsteklerinizden vazgeçiniz- ki buna rıza ve teslimiyet denir.- göreceksiniz ki acılarınızın en önemli kaynağı kuruyacaktır.
---------------
Hz. Ali'nin sözünü hatırlayalım:
— "Dualarımı kabul etmemesinden bildim ben O'nu!"
Yani beni bana bırakmamasından... isteklerimi yerine getirmemek suretiyle rahmet ve şefkatini belli etmesinden... şımarıklığıma izin vermemekle sırrını belli edişinden tanıdım O'nu.
İsteklerinin gerçekleşmesi kişiyi kendinden uzaklaştırır, sanıldığının tam da aksine. Başarılı her adımında kendisine ihtimamı azalır âdemin, ve tabii ki etrafına, dostlarına... insan'a...
Duası makbul olan insan insana aldırmaz olur. Sadık bir Tanrı'ya güvenir. Sadakat gösterir ve sadakat bekler. Sadakatle kibirlenir. Şişinir. Oysa sadakat her zaman erdem değildir. Çünkü sadakat bir çırpıda kişinin efendisini kendisine borçlandırmanın bir yolu hâline alabilir. Umumiyetle alır da.
Uşakların efendilerine sadakati, bazen sahip oldukları tek meziyetle, yani sadakat aracılığıyla, efendileri üzerinde güç kazanmayı sağlar. Zayıflarken kuvvetlenmenin bir diğer yoludur sadakat. Vazgeçilmezler sırasına girmektir. İhanet etmeyerek, sadık kalarak ilişkinin sürekliliğini sağlamaktır. Güvende olmaktır. Korkudan emin olmaktır; reddedilmek ve terkedilmek korkusundan...
Bütün vazifelerini yaptıkları hâlde dualarının kabul olmamasına akıl sır erdiremeyenler, bazen en büyük cezanın dua edenin duasını kabul etmek olduğunu nereden bilsinler?
---------------
"Tevbe etmek demek, ayağa kalkmak demek.
Her düşüşünde yeniden kalkmak.
Düşüşlerin yolda oluşunun alâmeti. Düşe kalka yürüyüşünün. İnsan oluşunun.
Düşmekten korkmamalısın. Korkacaksan, ayağa kalkamamaktan kork!
Düşersen, ayağa kalkmaktan kaçınma! Düş, ama her defasında yeniden kalk ve yola devam et!
Günahların da senin, tevbelerin de.
Düşüşlerinle kemâle ereceksin, ve günahlarından dönüşlerinle...
Noksanlarınla, eksiklerinle, yetersizliklerinle âlemin kemâline katkıda bulunacaksın.
Noksan olmasaydın, âlem noksan olurdu, senden, senin eksiklerinden, noksanlarından, yetersizliklerinden mahrum kalırdı.
Düşmeden kalkamazsın.
Günah işlemedikçe tevbe edemezsin. "
Dücane Cündioğlu
Duygunun şiddeti
9 Nisan
Şiddetli duygular aslâ yeterince ifade edilemez. Acı çekiyorsanız, acınızı sözcükler aracılığıyla ve pek tabii ki tam mânâsıyla başkalarına ifade edemezsiniz. İfadelerinizdeki karmaşa, düşüncelerinizdeki karmaşayı yansıtmıyorsa, yani düşüncelerinizin açıklık ve kesinliğinden eminseniz, o ifadenizin bir düşünce bildirimi değeri taşımadığından da emin olabilirsiniz. Yok eğer ifadeleriniz duygu bildirimi amacı taşıyorsa, zaten hiçbir zaman açıklık, kesinlik, yeterlilik gibi sıfatları giyinemeyecektir.Şiddetli hiçbir duygu, yetkinlikle dile dökülemez. Mecaz, kinaye, teşbih, istiare, îma, tariz, vb. söz sanatlarına ihtiyaç duyuşumuz, duyguları dile getirmenin güçlüğündendir.Denerseniz göreceksiniz, duyguların şiddeti her denemenizde ifadelerde de şiddet doğuracak ve bu şiddet de ister istemez düşünce düzeyinde saçma, duygu düzeyinde yetersiz olacaktır.
Örneğin:
Beğeniyorum... seviyorum... aşığım... aşkımdan ölüyorum... geberiyorum...
Yani?Yanisi şu: Duygularınızın şiddetini dile getiren sözcükler olumludan olumsuza yönelerek dile gelmek isteyeceklerdir. Söz sanatı ezber bozmayı sever!Duygularınızı açıkladığınızda, muhatabınız aynı duyguların tecrübesine sahip değilse, o duyguları hiç tanımıyorsa, ifadelerinizden hareketle duygularınızı kesinlikle anlayamayacaktır. Fakat duygularınızın tecrübesine sahipse, siz sussanız, açıklama yapmasanız bile muhatabınız sizi anlamakta hiç zorluk çekmeyecektir.
Dücane Cündioğlu
Şiddetli duygular aslâ yeterince ifade edilemez. Acı çekiyorsanız, acınızı sözcükler aracılığıyla ve pek tabii ki tam mânâsıyla başkalarına ifade edemezsiniz. İfadelerinizdeki karmaşa, düşüncelerinizdeki karmaşayı yansıtmıyorsa, yani düşüncelerinizin açıklık ve kesinliğinden eminseniz, o ifadenizin bir düşünce bildirimi değeri taşımadığından da emin olabilirsiniz. Yok eğer ifadeleriniz duygu bildirimi amacı taşıyorsa, zaten hiçbir zaman açıklık, kesinlik, yeterlilik gibi sıfatları giyinemeyecektir.Şiddetli hiçbir duygu, yetkinlikle dile dökülemez. Mecaz, kinaye, teşbih, istiare, îma, tariz, vb. söz sanatlarına ihtiyaç duyuşumuz, duyguları dile getirmenin güçlüğündendir.Denerseniz göreceksiniz, duyguların şiddeti her denemenizde ifadelerde de şiddet doğuracak ve bu şiddet de ister istemez düşünce düzeyinde saçma, duygu düzeyinde yetersiz olacaktır.
Örneğin:
Beğeniyorum... seviyorum... aşığım... aşkımdan ölüyorum... geberiyorum...
Yani?Yanisi şu: Duygularınızın şiddetini dile getiren sözcükler olumludan olumsuza yönelerek dile gelmek isteyeceklerdir. Söz sanatı ezber bozmayı sever!Duygularınızı açıkladığınızda, muhatabınız aynı duyguların tecrübesine sahip değilse, o duyguları hiç tanımıyorsa, ifadelerinizden hareketle duygularınızı kesinlikle anlayamayacaktır. Fakat duygularınızın tecrübesine sahipse, siz sussanız, açıklama yapmasanız bile muhatabınız sizi anlamakta hiç zorluk çekmeyecektir.
Dücane Cündioğlu
Sıkıldım kendimden aptalmıyım neyim ben Neyin var böyle neden kurtulamıyorum senden
Çok uğraştım inan unutmak için seni
O gün sarıldığımızda söz verdiğim gibi
Son bir öpücüğü çok görmüştün bana
Biliyorum demiştin ben gideceğim
Bu sabah çok erken kalktım, sevdiğin tatlıdan yaptım
Yerken onu tek başıma, sessiz sedasız ağladım
Kalktım bir çay demledim, açtım bir film izledim
Zaman bir türlü geçmedi, bütün evi temizledim..
Sıkıldım kendimden aptalmıyım neyim ben
Neyin var böyle neden kurtulamıyorum senden?
Geçmiyor günler, burda senden uzakta
Yığıldı şişeler, her gün mutfakta
Tiksindim makyajdan, aynalarımı çöpe attım
Durmadan yedim, e biraz kilo aldım
Affet beni sevgilim unutamadım seni
Hiç halim yok uyanmaya
Sevemem sensiz günleri
Sıkıldım kendimden aptalmıyım neyim ben
Neyin var böyle neden kurtulamıyorum senden?
Geçmiyor günler, burda senden uzakta
Yığıldı şişeler, her gün mutfakta
Tiksindim makyajdan, aynalarımı çöpe attım
Durmadan yedim, e biraz kilo aldım
O gün sarıldığımızda söz verdiğim gibi
Son bir öpücüğü çok görmüştün bana
Biliyorum demiştin ben gideceğim
Bu sabah çok erken kalktım, sevdiğin tatlıdan yaptım
Yerken onu tek başıma, sessiz sedasız ağladım
Kalktım bir çay demledim, açtım bir film izledim
Zaman bir türlü geçmedi, bütün evi temizledim..
Sıkıldım kendimden aptalmıyım neyim ben
Neyin var böyle neden kurtulamıyorum senden?
Geçmiyor günler, burda senden uzakta
Yığıldı şişeler, her gün mutfakta
Tiksindim makyajdan, aynalarımı çöpe attım
Durmadan yedim, e biraz kilo aldım
Affet beni sevgilim unutamadım seni
Hiç halim yok uyanmaya
Sevemem sensiz günleri
Sıkıldım kendimden aptalmıyım neyim ben
Neyin var böyle neden kurtulamıyorum senden?
Geçmiyor günler, burda senden uzakta
Yığıldı şişeler, her gün mutfakta
Tiksindim makyajdan, aynalarımı çöpe attım
Durmadan yedim, e biraz kilo aldım
25 Nisan 2013 Perşembe
SENİ SEVMEMDEN SANA NE?
Macbeth does murder sleep!
Hakkı verildiği takdirde, dilin, temsil gücünün hangi noktalara çıkabileceğini, Shakespeare’in şu ifadesinden daha iyi anlatabilecek çok az söz bulunabilir herhâlde.
Evet, ifade aynen böyle:
Daha uyku yok! Macbeth uykuyu katletti [çünkü]!
Uykuyu katletmek!
Uyku katledilince, uykusuzluk başlar.
Uykusuzluk, yani huzursuzluk!
VE ızdırab!
Oysa uyku, zaten ölümün kardeşi değil midir?
Uyumakla ölmüş sayılmaz mı insan?
[Ölmez mi, değil, ölmüş sayılmaz mı? Zira bizde uyuyanı ölüye sayarlar, sanki ölmüş sayarlar.]
Dilerseniz, Kur’an’a müracat edelim:
Allah alır götürür o canları, öldüklerinde; ölmeyenlerinkini ise uykularında. Sonra, haklarında ölüm hükmünü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini ise belli bir süreye kadar salıverir/geri gönderir. (Zümer: 42)
Ayetin orijinalinde kelimelerin sevişmeleri hakikaten bir başkadır! Hâl böyleyken, Türkçe’den fedakârlık etmek pahasına kapıyı hiç değilse birazcık arayalım:
A) O nefisleri öldüklerinde vefat ettirir.
B) Ölmeyenlerin nefislerini ise uykularında (vefat ettirir.)
Metnin aslında ruh değil, nefs (çoğ. enfüs) kelimesinin kullanıldığını hatırlatalım. Bir de ölenlerin de, uyuyanların da işbu nefislerinin vefat ettirilmiş olduğunu...
Mevt olmadan da nefis vefat edebilir/ettirilebilir. Bu nedenle gelenek, Hz. İsa’nın vefatından söz eder, mevtinden değil! Yani mevta başkadır, müteveffa çok daha başka!
Kısacası, öldüğümüzde de, uyuduğumuzda da canlarımız alınıp götürülür bizden. Can tenden ayrılır. Can ölümden sonra geri dönmez, uyku sonrasındaysa geri döner.
Bu semantik tabloya göre ölüm ile uyku arasındaki temel fark, ilkinde cânın tenden ayrılışının kalıcı, ikincisindeyse geçici olmasıdır. Yani gerçekte uyku, geçici ölümdür, ölüm ise, sürekli uyku.
Geçici ölümden dirildiğimiz gibi, birgün sürekli uykudan uyanacağımızı haber veren Kur’an’ın, bu ayette nefs kelimesini, bilinç (Elmalılı Hamdi Yazır’ın tabiriyle: akıl, şuur ve temyiz) anlamında kullandığına işaret edersek, sanırım araladığımız kapıyı artık güvenle kapatabiliriz.
Uyku ile ölüm arasında benzerlik kurulmasının asıl sebebi şimdi daha iyi anlaşılmış olmalı. Her ikisinde de bilinç kaybına uğruyoruz çünkü. (Bu kayıp uykuda geçici, ölümde süreklidir.)
Ne uyuklama tutar O’nu, ne uyku! (Bakara: 255)
Bu ve birçok ayetin de kılavuzluğunda Tanrı için şu sıfatı kullanmakta bir mahzur yoktur sanırım:
Tanrı, sürekli bilinçtir.
O her an bir şe’ndedir; her an yaratmaktadır ve elbette gafletten âzadedir.
Peki ya kulları?
Bakınız, Efendimiz (s.a) nasıl buyurmuşlar:
İnsanlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar.
Bu durumda yaşam uykunun, ölüm ise uyanıklığın zeminine yerleşiveriyor.
Uyanabilmek için ölmek zorunda mıdır insan?
Ya da yaşamını güvenle sürdürebilmek için uyumak?
Şayet insanlar öldüklerinde uyanacaklarsa, bir daha aslâ uyuyamayacaklar mı?
Perdeler bir daha inmecesine tamamen kalkacak mı?
Öyle olmalı, zira şeyhin biri şöyle demiş:
Uykuda bir hayır bulunsaydı, cennette de uyku olurdu.
Cennette uyku yoksa, perde de yok demektir!
Kur’an unutmak kelimesini terketmek anlamında kullanır.
Meselâ şu ayette mânâ böyledir:
Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. (Tevbe: 67)
Unutanın yazgısıdır unutulmak. Nitekim küçük bir farklılıkla, aşağıdaki ayette de mânâ aynıdır:
Şu kimseler gibi olmayın ki onlar Allah’ı unutmuşlardır, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. (Haşr: 19)
Hakkı unutan/terkeden, hakikatte kendisini de unutmuş/terketmiş olacağından, gaflet sevgiliden uzakta kalmaktan başka bir anlam taşımaz.
Uyumak, çoklarınca gaflet alâmetidir. Çünkü onlara göre uyumak, unutmak demektir.
Buna mukabil bazı hak âşıkları hiç uyanmak istemezler, çünkü sevgiliden ayrılmak istemezler. Sevgili onlara hep düşteyken gelir; uykudayken. Vahyini, ilhâmını, merhabasını düş aracılığıyla lütfeder.
Bûseleri —zannedildiğinin tam da aksine— uyanıklar için değildir; uyuya kalanlar içindir, yârin penceresinin önünde nöbet tutmaktan yorulup bir kaldırım kenarına kıvrılanlar için.
Bazı âşıkların tabiatı böyledir. Sevgilinin yüzüne uyanıkken değil, uyurken bakabilirler ancak! O yüzü ayık hâlde değil, aksine sarhoşken seyredebilirler.
Karşılık alamamaktan değil, almaktan korkarlar. Uyanmaktan. Ayılmaktan.
En nihayet, fazla sıkıntıya gelemezler, ve Wilhelm Meisterın girişinde, Goethe’nin dediği gibi derler:
Wenn ich dich liebe, was geht’s dich an?
(Seni sevmemden sana ne?)
Aşıkların ayık ve uyanık olanı böyle diyemez. Diyeni ise, sevgilinin gelip cevabı kulağına fısıldamasını bekler. Sarhoşken veya uyuyorken.
Cevabı hatırlayıp hatırlamamanın hiçbir önemi yoktur.
Aşkın iki tarafı yoktur çünkü.
12th March by Dücane Cündioğlu Simurg Grubu
Hakkı verildiği takdirde, dilin, temsil gücünün hangi noktalara çıkabileceğini, Shakespeare’in şu ifadesinden daha iyi anlatabilecek çok az söz bulunabilir herhâlde.
Evet, ifade aynen böyle:
Daha uyku yok! Macbeth uykuyu katletti [çünkü]!
Uykuyu katletmek!
Uyku katledilince, uykusuzluk başlar.
Uykusuzluk, yani huzursuzluk!
VE ızdırab!
Oysa uyku, zaten ölümün kardeşi değil midir?
Uyumakla ölmüş sayılmaz mı insan?
[Ölmez mi, değil, ölmüş sayılmaz mı? Zira bizde uyuyanı ölüye sayarlar, sanki ölmüş sayarlar.]
Dilerseniz, Kur’an’a müracat edelim:
Allah alır götürür o canları, öldüklerinde; ölmeyenlerinkini ise uykularında. Sonra, haklarında ölüm hükmünü verdiklerini alıkoyar, diğerlerini ise belli bir süreye kadar salıverir/geri gönderir. (Zümer: 42)
Ayetin orijinalinde kelimelerin sevişmeleri hakikaten bir başkadır! Hâl böyleyken, Türkçe’den fedakârlık etmek pahasına kapıyı hiç değilse birazcık arayalım:
A) O nefisleri öldüklerinde vefat ettirir.
B) Ölmeyenlerin nefislerini ise uykularında (vefat ettirir.)
Metnin aslında ruh değil, nefs (çoğ. enfüs) kelimesinin kullanıldığını hatırlatalım. Bir de ölenlerin de, uyuyanların da işbu nefislerinin vefat ettirilmiş olduğunu...
Mevt olmadan da nefis vefat edebilir/ettirilebilir. Bu nedenle gelenek, Hz. İsa’nın vefatından söz eder, mevtinden değil! Yani mevta başkadır, müteveffa çok daha başka!
Kısacası, öldüğümüzde de, uyuduğumuzda da canlarımız alınıp götürülür bizden. Can tenden ayrılır. Can ölümden sonra geri dönmez, uyku sonrasındaysa geri döner.
Bu semantik tabloya göre ölüm ile uyku arasındaki temel fark, ilkinde cânın tenden ayrılışının kalıcı, ikincisindeyse geçici olmasıdır. Yani gerçekte uyku, geçici ölümdür, ölüm ise, sürekli uyku.
Geçici ölümden dirildiğimiz gibi, birgün sürekli uykudan uyanacağımızı haber veren Kur’an’ın, bu ayette nefs kelimesini, bilinç (Elmalılı Hamdi Yazır’ın tabiriyle: akıl, şuur ve temyiz) anlamında kullandığına işaret edersek, sanırım araladığımız kapıyı artık güvenle kapatabiliriz.
Uyku ile ölüm arasında benzerlik kurulmasının asıl sebebi şimdi daha iyi anlaşılmış olmalı. Her ikisinde de bilinç kaybına uğruyoruz çünkü. (Bu kayıp uykuda geçici, ölümde süreklidir.)
Ne uyuklama tutar O’nu, ne uyku! (Bakara: 255)
Bu ve birçok ayetin de kılavuzluğunda Tanrı için şu sıfatı kullanmakta bir mahzur yoktur sanırım:
Tanrı, sürekli bilinçtir.
O her an bir şe’ndedir; her an yaratmaktadır ve elbette gafletten âzadedir.
Peki ya kulları?
Bakınız, Efendimiz (s.a) nasıl buyurmuşlar:
İnsanlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar.
Bu durumda yaşam uykunun, ölüm ise uyanıklığın zeminine yerleşiveriyor.
Uyanabilmek için ölmek zorunda mıdır insan?
Ya da yaşamını güvenle sürdürebilmek için uyumak?
Şayet insanlar öldüklerinde uyanacaklarsa, bir daha aslâ uyuyamayacaklar mı?
Perdeler bir daha inmecesine tamamen kalkacak mı?
Öyle olmalı, zira şeyhin biri şöyle demiş:
Uykuda bir hayır bulunsaydı, cennette de uyku olurdu.
Cennette uyku yoksa, perde de yok demektir!
Kur’an unutmak kelimesini terketmek anlamında kullanır.
Meselâ şu ayette mânâ böyledir:
Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu. (Tevbe: 67)
Unutanın yazgısıdır unutulmak. Nitekim küçük bir farklılıkla, aşağıdaki ayette de mânâ aynıdır:
Şu kimseler gibi olmayın ki onlar Allah’ı unutmuşlardır, Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. (Haşr: 19)
Hakkı unutan/terkeden, hakikatte kendisini de unutmuş/terketmiş olacağından, gaflet sevgiliden uzakta kalmaktan başka bir anlam taşımaz.
Uyumak, çoklarınca gaflet alâmetidir. Çünkü onlara göre uyumak, unutmak demektir.
Buna mukabil bazı hak âşıkları hiç uyanmak istemezler, çünkü sevgiliden ayrılmak istemezler. Sevgili onlara hep düşteyken gelir; uykudayken. Vahyini, ilhâmını, merhabasını düş aracılığıyla lütfeder.
Bûseleri —zannedildiğinin tam da aksine— uyanıklar için değildir; uyuya kalanlar içindir, yârin penceresinin önünde nöbet tutmaktan yorulup bir kaldırım kenarına kıvrılanlar için.
Bazı âşıkların tabiatı böyledir. Sevgilinin yüzüne uyanıkken değil, uyurken bakabilirler ancak! O yüzü ayık hâlde değil, aksine sarhoşken seyredebilirler.
Karşılık alamamaktan değil, almaktan korkarlar. Uyanmaktan. Ayılmaktan.
En nihayet, fazla sıkıntıya gelemezler, ve Wilhelm Meisterın girişinde, Goethe’nin dediği gibi derler:
Wenn ich dich liebe, was geht’s dich an?
(Seni sevmemden sana ne?)
Aşıkların ayık ve uyanık olanı böyle diyemez. Diyeni ise, sevgilinin gelip cevabı kulağına fısıldamasını bekler. Sarhoşken veya uyuyorken.
Cevabı hatırlayıp hatırlamamanın hiçbir önemi yoktur.
Aşkın iki tarafı yoktur çünkü.
12th March by Dücane Cündioğlu Simurg Grubu
Ümitsizlik...
14 Ağustos 2010
İtimad-ı nefs.
Kısaca “insanın kendine güvenip dayanması” demek.
Anlamı da olumsuz. Çünkü, bir zamanlar, adına nefs de denilen ‘kendilik’in gerçekte pek öyle güvenilecek dayanılacak bir şey olmadığına inanılırdı.
İtimad-ı nefs’in bugünkü karşılığı ise özgüven.
Ne garip değil mi, anlamı da olumlu, varlığı da.
Özüne, yani kendine güvenmeyene değil aş veya eş, iş bile verilmez bugün.
Karşıtlık, iki farklı dünyagörüşü arasındaki karşıtlıktan kaynaklanıyor.
Geleneksel ahlâk anlayışımıza göre, insanın her dâim havf (korku) ile recâ (ümit) arasında olması gerekirdi, yani ne tek başına korku, ne de tek başına ümit. Korku ümit’le dengelenmeliydi, ümit de korkuyla.
Bu iki hâlin karşıtlarından da uzak durulması gerekirdi.
Neydi onlar?
Korku’nun karşıtı güven (emn) idi, ümid’in karşıtı ise ümitsizlik (yeis).
Yani emn ve yeis, insanın muhakkak kaçınması gereken olumsuz uçlardandı. Geleceğe güvenmemeli ve fakat her ne hâl olursa olsun gelecekten büsbütün ümit de kesilmemeliydi.
Yapılması gereken belliydi: korku’yla ümit arasında olmak.
Havf ile recâ arasında.
Lorsque l’espérance est extrême, elle change de nature et se nomme sécurité ou assurance, comme au contraire l’extrême crainte devient désespoir.
Ümit artarsa tabiatı değişir, emn u yakîn adını alır, buna mukabil korku artarsa ümitsizliğe dönüşür.
Bu tesbit, bir Fransız düşünüre ait. Descartes’a.
Eskilerin açıklamalarını beğenmediğini açıkça dile getirmiş olsa bile Descartes’ın kendisi de aynı ahlâki tabloyu kullanır.
Bir tarafta elde edilmesi gereken iki hâl: crainte-espérance (korku-ümit)
Diğer taraftaysa kaçınılması gereken iki hâl: sécurité-désespoir (güven-ümitsizlik)
Aşırı ümidin güvene, aşırı korkunun ise ümitsizliğe dönüşmesini engellemek geleneksel terbiyenin hedefleri arasındaydı. İtimad-ı nefs de bu yüzden hoş görülmezdi. Çünkü “ne olacağı belli olmaz”dı.
En sağlıklısı biraz korku, biraz ümitti.
Peki ya korkunun ümitsizliğe dönüşmesi?
Ümitsizlik, ah o can yakıcı, o mel’un, o sinsi şeytan!
Efendimize “Yunus gibi olmaması”nı hatırlatır Kur’an. Yunus gibi ümitsizliğe düşmemesini. Kaçmamasını. Onun gibi bir sahile fırlatılıp terkedilenlerden olmamasını.
Yakub’un tavsiyesidir: Yusuf ve kardeşi aranmalı ve Hakk’dan aslâ ümit kesilmemelidir.
Ümitsizliğin nasıl bir şey olduğunu mu merak ediyorsunuz veya yardımdan ümidini kesmiş bir kalp mi görmek istiyorsunuz, Flavitsky’nin "Prenses Tarakanova" (1864) adlı tablosunu muhakkak temaşa etmelisiniz.
St. Petersburg’lu bir ressam Konstantin Dimitriyeviç Flavitsky (1830-1866), fakat şah-eseri Moskova’da. Galeri Tretyakov’da.
Tek kelimeyle, üç asırlık Rus resminin şâhikalarından.
Sovyet hükümeti bile, 1980’de, Flavitsky’nin 150. doğum yıldönümü münasebetiyle tablonun hatırına bir pul bastırmayı ihmal etmemişti.
* * *
Yelizateva Alekseyevna Tarakanova...
Rivayete göre, Çariçe Yelizaveta’nın Kont Aleksey Razumovsky’den olma gayr-ı meşrû kızı.
1762’de tahtı ele geçiren Çariçe II. Yekaterina döneminde tahtta hak iddiasıyla ortaya çıkar(ılır.) En nihayet yakalanır ve tutuklanıp Petro-Pavlov Kalesi’ne hapsedilir. Çok geçmeden de bu zindan ona mezar olur. Hem de gencecik yaşında. Tam yirmi yaşında.
Sanatçı, Tarakanova’nın trajik ölümünü ebedî bir hikâyeye dönüştürmüş, ve 1777’de vuku bulan bir su baskınında Prenses’in ölüm karşısındaki çaresizliğini ustaca resmetmiştir.
Hücresine dolan nehir sularının hışmından korunmak üzere yatağının üzerinde âdeta son dakikalarını yaşayan genç prensesin içine düştüğü yıkıcı ümitsizlik âdeta tecessüm etmiş gibidir.
Hiçliğin sınırına gelmiş bir ruh-ı mücessemin eriyişi..
Havanın, suyun, demirin, kalbin soğukluğu...
Angst’ın ta kendisi. Karşımızda. Ölüm.
Ürkütücü.
Heybetli bir tablo. Diz çöktürücü. Boyun eğdirici. Çünkü gerçek bir sanatçının muhayyilesinin mahsûlü. Hayâlin gerçeğe galebe çalması.
Bu arada gerçek de ne ki?
Küçük bir ayrıntı.
Petro-Pavlov Kalesi’ndeki ünlü su baskınının tarihi 1777.
Flavitsky’nin muhayyilesi Prenses’in ölümünü bu vakıayla birleştiriyor. Oysa genç kadın bu tarihten iki yıl önce, 1775’te ölmüştür. Tüberküloz’dan.
Tablo’ya dikkatlice bakınız, tarihçilerin yalan söylediklerine inanacaksınız.
1775’te tüberkülozdan ölen zavallı prensesi 1777’de su baskınında öldüren sanatçının dehası karşısında eğiliyor ve tarihî gerçekleri sana teslim ederken o edebî yalanı kendime ayırıyorum ey talib!
Hissene iyi bak, gerçeğe. Usulca sar, sakla, koru onu.
Ki gerçekliğin gerçeğiyle değil, bir tek hayâliyle ölelim.
Dücane Cündaroğlu
İtimad-ı nefs.
Kısaca “insanın kendine güvenip dayanması” demek.
Anlamı da olumsuz. Çünkü, bir zamanlar, adına nefs de denilen ‘kendilik’in gerçekte pek öyle güvenilecek dayanılacak bir şey olmadığına inanılırdı.
İtimad-ı nefs’in bugünkü karşılığı ise özgüven.
Ne garip değil mi, anlamı da olumlu, varlığı da.
Özüne, yani kendine güvenmeyene değil aş veya eş, iş bile verilmez bugün.
Karşıtlık, iki farklı dünyagörüşü arasındaki karşıtlıktan kaynaklanıyor.
Geleneksel ahlâk anlayışımıza göre, insanın her dâim havf (korku) ile recâ (ümit) arasında olması gerekirdi, yani ne tek başına korku, ne de tek başına ümit. Korku ümit’le dengelenmeliydi, ümit de korkuyla.
Bu iki hâlin karşıtlarından da uzak durulması gerekirdi.
Neydi onlar?
Korku’nun karşıtı güven (emn) idi, ümid’in karşıtı ise ümitsizlik (yeis).
Yani emn ve yeis, insanın muhakkak kaçınması gereken olumsuz uçlardandı. Geleceğe güvenmemeli ve fakat her ne hâl olursa olsun gelecekten büsbütün ümit de kesilmemeliydi.
Yapılması gereken belliydi: korku’yla ümit arasında olmak.
Havf ile recâ arasında.
Lorsque l’espérance est extrême, elle change de nature et se nomme sécurité ou assurance, comme au contraire l’extrême crainte devient désespoir.
Ümit artarsa tabiatı değişir, emn u yakîn adını alır, buna mukabil korku artarsa ümitsizliğe dönüşür.
Bu tesbit, bir Fransız düşünüre ait. Descartes’a.
Eskilerin açıklamalarını beğenmediğini açıkça dile getirmiş olsa bile Descartes’ın kendisi de aynı ahlâki tabloyu kullanır.
Bir tarafta elde edilmesi gereken iki hâl: crainte-espérance (korku-ümit)
Diğer taraftaysa kaçınılması gereken iki hâl: sécurité-désespoir (güven-ümitsizlik)
Aşırı ümidin güvene, aşırı korkunun ise ümitsizliğe dönüşmesini engellemek geleneksel terbiyenin hedefleri arasındaydı. İtimad-ı nefs de bu yüzden hoş görülmezdi. Çünkü “ne olacağı belli olmaz”dı.
En sağlıklısı biraz korku, biraz ümitti.
Peki ya korkunun ümitsizliğe dönüşmesi?
Ümitsizlik, ah o can yakıcı, o mel’un, o sinsi şeytan!
Efendimize “Yunus gibi olmaması”nı hatırlatır Kur’an. Yunus gibi ümitsizliğe düşmemesini. Kaçmamasını. Onun gibi bir sahile fırlatılıp terkedilenlerden olmamasını.
Yakub’un tavsiyesidir: Yusuf ve kardeşi aranmalı ve Hakk’dan aslâ ümit kesilmemelidir.
Ümitsizliğin nasıl bir şey olduğunu mu merak ediyorsunuz veya yardımdan ümidini kesmiş bir kalp mi görmek istiyorsunuz, Flavitsky’nin "Prenses Tarakanova" (1864) adlı tablosunu muhakkak temaşa etmelisiniz.
St. Petersburg’lu bir ressam Konstantin Dimitriyeviç Flavitsky (1830-1866), fakat şah-eseri Moskova’da. Galeri Tretyakov’da.
Tek kelimeyle, üç asırlık Rus resminin şâhikalarından.
Sovyet hükümeti bile, 1980’de, Flavitsky’nin 150. doğum yıldönümü münasebetiyle tablonun hatırına bir pul bastırmayı ihmal etmemişti.
* * *
Yelizateva Alekseyevna Tarakanova...
Rivayete göre, Çariçe Yelizaveta’nın Kont Aleksey Razumovsky’den olma gayr-ı meşrû kızı.
1762’de tahtı ele geçiren Çariçe II. Yekaterina döneminde tahtta hak iddiasıyla ortaya çıkar(ılır.) En nihayet yakalanır ve tutuklanıp Petro-Pavlov Kalesi’ne hapsedilir. Çok geçmeden de bu zindan ona mezar olur. Hem de gencecik yaşında. Tam yirmi yaşında.
Sanatçı, Tarakanova’nın trajik ölümünü ebedî bir hikâyeye dönüştürmüş, ve 1777’de vuku bulan bir su baskınında Prenses’in ölüm karşısındaki çaresizliğini ustaca resmetmiştir.
Hücresine dolan nehir sularının hışmından korunmak üzere yatağının üzerinde âdeta son dakikalarını yaşayan genç prensesin içine düştüğü yıkıcı ümitsizlik âdeta tecessüm etmiş gibidir.
Hiçliğin sınırına gelmiş bir ruh-ı mücessemin eriyişi..
Havanın, suyun, demirin, kalbin soğukluğu...
Angst’ın ta kendisi. Karşımızda. Ölüm.
Ürkütücü.
Heybetli bir tablo. Diz çöktürücü. Boyun eğdirici. Çünkü gerçek bir sanatçının muhayyilesinin mahsûlü. Hayâlin gerçeğe galebe çalması.
Bu arada gerçek de ne ki?
Küçük bir ayrıntı.
Petro-Pavlov Kalesi’ndeki ünlü su baskınının tarihi 1777.
Flavitsky’nin muhayyilesi Prenses’in ölümünü bu vakıayla birleştiriyor. Oysa genç kadın bu tarihten iki yıl önce, 1775’te ölmüştür. Tüberküloz’dan.
Tablo’ya dikkatlice bakınız, tarihçilerin yalan söylediklerine inanacaksınız.
1775’te tüberkülozdan ölen zavallı prensesi 1777’de su baskınında öldüren sanatçının dehası karşısında eğiliyor ve tarihî gerçekleri sana teslim ederken o edebî yalanı kendime ayırıyorum ey talib!
Hissene iyi bak, gerçeğe. Usulca sar, sakla, koru onu.
Ki gerçekliğin gerçeğiyle değil, bir tek hayâliyle ölelim.
Dücane Cündaroğlu
kuzenimin eşi sayensinde tanıdım bu kişiyi benim diyebileceğim bir çok cümleyle yazıyla karşılaştım sanırım burdan benliğimş keşfedeceğim.. )
OMNİPOTANS
25 Mart 2006
18-19 yaşlarında idim. 12 Eylül’ün üzerinden henüz çok uzun bir süre geçmemişti. Ceketimin sol üst cebinde biriktirdiğim yalın deneyimlerin etkisiyle olacak, kendi kendime şöyle bir karar almıştım:
Bundan böyle, kabul veya reddettiğim hiçbir şeyi bilmeden ne kabul, ne de reddedeceğim.
Tam çeyrek yüzyıl sonra, bugün, bu kararım üzerine yeniden düşünmek imkânı bulduğumda, boyumdan büyük bir lâf ettiğimi anlamakta, doğrusu pek zorlanmıyorum. Bu nedenle, kişinin kabul veya reddettiklerinin tümünü eksiksiz bir biçimde sayıp sıralamasının ve dahası, içlerinden seçtiklerini sadece bilme koşuluna bağlı olarak zihninde alıkoymasının, sanılandan çok daha güç bir işlem olduğunu itiraf etmeliyim.
Önce işbu bilme koşulunu açıklığa kavuşturmam, yani evvelâ bilmenin ne anlama geldiğini bilmem, bilmiyorsam öğrenmem gerekiyordu. Oysa ben, bilme’nin kendisini bilinmiş (ma'lum) olarak farz etmiştim. Bilinen veya bilinecek-olan bir şey veya olgu hakkında bilgi toplamak ile o şey veya olguyu bilmek arasındaki fark, benim için neredeyse tamamen farkedilmemiş olarak kalmıştı, daha da kötüsü, hemen hemen her genç gibi bilme’yi bilgi toplamak’la, bilgi toplama’yı ise salt okumak’la karıştırmıştım.
Bu özel karar sebebiyledir ki fikir hayatımın ergenleşme dönemi, bilme’nin ne olduğunu bilmeden, bilinen’i bilme koşuluna bağlayışımın yüksek maliyetini ödemekle geçti.
Yorucuydu ama yine de çok zevkliydi.
Yunus'umuzun bilmek bilmeyi bilmektir/bilmek kendini bilmektir mealindeki mısraları, farklı bir bilme türünü, tanımayı tanımlamaya çalışır, yani uzun yıllar boyunca önüme almayı başaramadığım türden farklı bir bilme etkinliğini.
Sanırım bu da çok doğaldı, zira o yıllarda benim görece bilgisizliğim, bilgi toplamak (malumat edinmek) ile bilmek (ilim) arasındaki farkın farkedilmemişliğine ilişkindi, bilmek (ilim) ile tanımak (irfan) arasındaki farkın farkedilmemişliğine değil.
Nasıl olabilirdi ki zaten, o yıllarda tanımanın kendisi ve kavramı bir yana, sözcüğüyle bile doğrudürüst tanışmamıştım.
Ne pahasına olursa olsun, bilmeliydim, bilmek içinse okumalı, sormalı ve öğrenmeliydim. Bilgi toplamak suretinde bile olsa, bilmek, önümdeki karanlığı aydınlatmak bakımından ışık saçıcı olduğuna inandığım tek araçtı. Ben de bu araca sıkı sıkıya sarılarak yoluma devam ettim.
Yalnızdım.
Garip ama, ölçütlerimi inceltmeyi denedikçe daha da yalnızlaşmıştım.
Başkalarınca döşenen raylarda giden bir tren katarına binmektense, yürüyerek gitmek, belki daha maliyetli ve yorucuydu ama hiç kuşku yok ki çok daha güvenliydi.
Kaybolmak pahasına, dilediğim arasokağa özgürce sapabilirdim. Niçin saklayayım, o günlerde ben de kendi sokağımda kaybolmuştum.
Malumatım arttıkça ve yol deneyimi kazandıkça dikkatimin yavaş yavaş bilinenden (malumat’tan) bilmenin (ilm’in) kendisine doğru kaydığını farkettim.
Şimdi düşünüyorum da sanırım bu sonuç kaçınılmazdı. Çünkü bilinen’nin niteliği —ister istemez— değişince ve her adımda bilinenleri yeniden gözden geçirip düzenlemek ihtiyacı başgösterince, bilme’nin kendisi bilinen’in önüne geçiyor.
Gençken elimde bir yığın hazır (olumlu ya da olumsuz) yargı vardı, tabiatıyla bu yargıların bazıları doğru, bazıları ise yanlıştı. Bense yargılarımın doğruluğundan ve yanlışlığından emin olmak istiyordum.
Peki ama, hiç değilse kendi adıma böyle bir emniyeti nasıl sağlayabilirdim?
Elbette —nasıl tanımlamam gerektiğini bile bilmediğim— bir bilme çabası aracılığıyla.
Bilme’nin kendisi meçhulüm kaldığı için bilgilerimin doğruluğundan ve yanlışlığından emin olmamam gerekirdi oysa. Ne var ki genç zihnim birgün bu emniyetli duruma kavuşacağına çoktan inanmıştı bile. Gerçekte zamanla farketmeye başladığı bilme’nin otoritesine yönelik güveninden değil, bilme çabalarının yoğunluk ve sürekliliğine olan güveninden.
Öyle ya, çölün ortasında ciğerlerim yanarken —serap dahi olsa— içtiğim o suyun lezzetinden kim beni kuşkuya düşürebilirdi ki?
Kimse!
Tâ ki bilgi’nin kendisi de bir perdedir, uyarısıyla karşılaşıncaya kadar.
Çaresiz, yeniden en başa dönmüştüm.
Dücane Cündioğlu
25 Mart 2006
18-19 yaşlarında idim. 12 Eylül’ün üzerinden henüz çok uzun bir süre geçmemişti. Ceketimin sol üst cebinde biriktirdiğim yalın deneyimlerin etkisiyle olacak, kendi kendime şöyle bir karar almıştım:
Bundan böyle, kabul veya reddettiğim hiçbir şeyi bilmeden ne kabul, ne de reddedeceğim.
Tam çeyrek yüzyıl sonra, bugün, bu kararım üzerine yeniden düşünmek imkânı bulduğumda, boyumdan büyük bir lâf ettiğimi anlamakta, doğrusu pek zorlanmıyorum. Bu nedenle, kişinin kabul veya reddettiklerinin tümünü eksiksiz bir biçimde sayıp sıralamasının ve dahası, içlerinden seçtiklerini sadece bilme koşuluna bağlı olarak zihninde alıkoymasının, sanılandan çok daha güç bir işlem olduğunu itiraf etmeliyim.
Önce işbu bilme koşulunu açıklığa kavuşturmam, yani evvelâ bilmenin ne anlama geldiğini bilmem, bilmiyorsam öğrenmem gerekiyordu. Oysa ben, bilme’nin kendisini bilinmiş (ma'lum) olarak farz etmiştim. Bilinen veya bilinecek-olan bir şey veya olgu hakkında bilgi toplamak ile o şey veya olguyu bilmek arasındaki fark, benim için neredeyse tamamen farkedilmemiş olarak kalmıştı, daha da kötüsü, hemen hemen her genç gibi bilme’yi bilgi toplamak’la, bilgi toplama’yı ise salt okumak’la karıştırmıştım.
Bu özel karar sebebiyledir ki fikir hayatımın ergenleşme dönemi, bilme’nin ne olduğunu bilmeden, bilinen’i bilme koşuluna bağlayışımın yüksek maliyetini ödemekle geçti.
Yorucuydu ama yine de çok zevkliydi.
Yunus'umuzun bilmek bilmeyi bilmektir/bilmek kendini bilmektir mealindeki mısraları, farklı bir bilme türünü, tanımayı tanımlamaya çalışır, yani uzun yıllar boyunca önüme almayı başaramadığım türden farklı bir bilme etkinliğini.
Sanırım bu da çok doğaldı, zira o yıllarda benim görece bilgisizliğim, bilgi toplamak (malumat edinmek) ile bilmek (ilim) arasındaki farkın farkedilmemişliğine ilişkindi, bilmek (ilim) ile tanımak (irfan) arasındaki farkın farkedilmemişliğine değil.
Nasıl olabilirdi ki zaten, o yıllarda tanımanın kendisi ve kavramı bir yana, sözcüğüyle bile doğrudürüst tanışmamıştım.
Ne pahasına olursa olsun, bilmeliydim, bilmek içinse okumalı, sormalı ve öğrenmeliydim. Bilgi toplamak suretinde bile olsa, bilmek, önümdeki karanlığı aydınlatmak bakımından ışık saçıcı olduğuna inandığım tek araçtı. Ben de bu araca sıkı sıkıya sarılarak yoluma devam ettim.
Yalnızdım.
Garip ama, ölçütlerimi inceltmeyi denedikçe daha da yalnızlaşmıştım.
Başkalarınca döşenen raylarda giden bir tren katarına binmektense, yürüyerek gitmek, belki daha maliyetli ve yorucuydu ama hiç kuşku yok ki çok daha güvenliydi.
Kaybolmak pahasına, dilediğim arasokağa özgürce sapabilirdim. Niçin saklayayım, o günlerde ben de kendi sokağımda kaybolmuştum.
Malumatım arttıkça ve yol deneyimi kazandıkça dikkatimin yavaş yavaş bilinenden (malumat’tan) bilmenin (ilm’in) kendisine doğru kaydığını farkettim.
Şimdi düşünüyorum da sanırım bu sonuç kaçınılmazdı. Çünkü bilinen’nin niteliği —ister istemez— değişince ve her adımda bilinenleri yeniden gözden geçirip düzenlemek ihtiyacı başgösterince, bilme’nin kendisi bilinen’in önüne geçiyor.
Gençken elimde bir yığın hazır (olumlu ya da olumsuz) yargı vardı, tabiatıyla bu yargıların bazıları doğru, bazıları ise yanlıştı. Bense yargılarımın doğruluğundan ve yanlışlığından emin olmak istiyordum.
Peki ama, hiç değilse kendi adıma böyle bir emniyeti nasıl sağlayabilirdim?
Elbette —nasıl tanımlamam gerektiğini bile bilmediğim— bir bilme çabası aracılığıyla.
Bilme’nin kendisi meçhulüm kaldığı için bilgilerimin doğruluğundan ve yanlışlığından emin olmamam gerekirdi oysa. Ne var ki genç zihnim birgün bu emniyetli duruma kavuşacağına çoktan inanmıştı bile. Gerçekte zamanla farketmeye başladığı bilme’nin otoritesine yönelik güveninden değil, bilme çabalarının yoğunluk ve sürekliliğine olan güveninden.
Öyle ya, çölün ortasında ciğerlerim yanarken —serap dahi olsa— içtiğim o suyun lezzetinden kim beni kuşkuya düşürebilirdi ki?
Kimse!
Tâ ki bilgi’nin kendisi de bir perdedir, uyarısıyla karşılaşıncaya kadar.
Çaresiz, yeniden en başa dönmüştüm.
Dücane Cündioğlu
Kalp çarpıntısı ( alıntıdır)
Kalp düşünebilseydi, atmaktan vazgeçerdi.
Huzursuzluğun Kitabında böyle söyler Portekizli yazar Fernando Pessoa.
Geçenlerde bir dost sesiyle farkettiğim bu cümle günlerce zihnimde yankılandı durdu.
Kalp düşünebilseymiş, atmaktan vazgeçermiş. Dururmuş yani. Ölürmüş. Sahibini öldürürmüş.
Hakikaten de böyle mi olurdu acaba?
Kalp düşünebilseydi, gerçekten de atmaktan vaz mı geçerdi?
Sanmıyorum.
Kalple düşünebilmeyi mümkün gören bir geleneğin çocuğu, düşünen bir kalbin duracağına inanmaz. İnanamaz.
Siz kalpsiz misiniz, hiç düşünmez misiniz, sorusuyla, ısrarla benden kendime gelmemi talep eden bir kitabın ışığında bakmışken dünyaya, hem de asırlarca, nasıl inanabilirdim düşündüğüm takdirde kalbimin duracağına?
Kalpleriyle düşünenlerin inşâ ettikleri bir geleneğin mirasçılarıyız. Kalpleriyle düşündükleri için düşüncelerini şiirin sînesine emanet eden bir geleneğin. Şiirleştiremedikleri takdirde düşünceyi hep kuru ve yavan bulan büyük ustaların.
Kalbimizle düşünürdük düşünmeyi kendimize yol edindiğimiz çağlarda. Hani o, düşünmezsek ölürüz diye düşündüğümüz çağlarda. Kalbimizle de düşündüğümüz çağlarda.
O hâlde, kalpsizlerin düşünemeyeceklerine inanmışken, aklın iktidarını bile elinden aşk ile almışken, nasıl kabullenebiliriz kalbin sırf düşündüğü/düşünebildiği için atmaktan vazgeçeceğine? Öleceğine?
İnanmak yetmez ey talib, görebilmelisin de!
Görebilmeli ve gösterebilmelisin.
Kalbinle de düşünebileceğini.
Düşünürsen, düşünmeye muktedir olursan, kalbinin atmaktan vazgeçmeyeceğini.
Akla haddinin aşk ile bildirilebileceğini.
Pessoa’nın bu aforizmasıyla ilk karşılaştığımda, hemen küçük bir müdahalede bulunmak ihtiyacı hissetmiştim. Bilinçsizce.
Kalp düşünebilseydi, çarpmaktan vazgeçerdi.
Hiç düşünmeden, daha ilk anda atmak fiili yerine çarpmak fiilini yerleştirivermiştim cümleye.
Önce, bunun dil düzeyinde bir rahatsızlık olduğunu sanmıştım. Selîka meselesi, zevk-i selim filan denilerek geçiştirilebilirdi. Fakat bir süre sonra çatışmanın dil düzeyinde olmadığını farkettim. Bilinç düzeyindeydi.
Kısacası, rahatsızlık bilincimdeydi, ama bilinçsizceydi.
Metnin orijinaline uygun olanı da belki budur, bilemem. Çünkü orijinaline, yani Livro do Desassossegoya bakamam.
Oysa dikkat edilirse görülecektir ki kalbin atmaması ile çarpmaması arasındaki fark, fark-ı azîm. Çünkü düşünmeyi becerebilen kalp atmaktan vazgeçerse/vazgeçmişse, durur. Fakat çarpmaktan vazgeçerse/vazgeçmişse, bu sefer durmamış, sadece heyecanını ve coşkusunu yitirmiş demektir.
Bu arada, coşkusunu yitirmiş bir kalp de zaten ölmüş sayılır ki bu takdirde aradaki fark da ortadan kalkar şeklindeki bir itirazı duymamazlıktan gelemeyiz.
Gelmiyoruz da nitekim. Duyuyoruz. Gönlümüzde. Anlamın salınımını zevkle seyrediyoruz. Kalbimizde. Tüm kıvrımlarını, tüm renklerini, tüm seslerini idrak ediyoruz. Yüreğimizde.
Hâsılı, akılla hisler, duygularla düşünceler arasındaki karşıtlığı sedef kaplı bir inci gibi idrakimize sunduğu için, Pessoa’nın aforizmasını, bütün doğallığıyla, âşina bir sesin sıcaklığıyla algılıyoruz. Huzursuz bir adamın sesinin sıcaklığıyla. Çarpan bir kalbin coşkusuyla. Duyguların sıcaklığının kalbin sıcaklığından, düşüncelerin soğukluğunun ise dimağın/beynin soğukluğundan kaynaklandığı inancıyla.
Lâkin her hâlukârda kavramak ve kavradığımızdan emin olmak istiyoruz.
Bir kez daha düşünmek istiyoruz.
Kalbimizle. Gönlümüzle. Yüreğimizle.
Coşkuyla.
Şiirin eşliğinde.
Bazen de bulantıyla.
Tıpkı deniz kenarında şişmiş bir köpek leşinin kararmış bir martı gagasınca biteviye didiklenmesine dayanamayıp suya atlayan o küçük çocuğun hıncını gözlerinden okurcasına.
Huzursuzca.
Çengelköy’de. Çınarın altında.
Düşünmeye adandığı için çarpmaktan vazgeçmiş bir kalbin hüznüyle.
Hep yalınız.
Ey talib, kelimeleri, kavramları bir kenara bırakıp hakikatin kendisini talep et Hak’tan.
Gözlerinin içinde kaybolduğun sevgilinin gözlerinden gayrısını görmemeyi.
Çarpan bir kalbi.
Yaşamı.
Tüm kusurlarıyla.
Bir tek görmeyi iste o’ndan. Hüsn ü cemâlini.
Posted 21st March by Dücane Cündioğlu
Huzursuzluğun Kitabında böyle söyler Portekizli yazar Fernando Pessoa.
Geçenlerde bir dost sesiyle farkettiğim bu cümle günlerce zihnimde yankılandı durdu.
Kalp düşünebilseymiş, atmaktan vazgeçermiş. Dururmuş yani. Ölürmüş. Sahibini öldürürmüş.
Hakikaten de böyle mi olurdu acaba?
Kalp düşünebilseydi, gerçekten de atmaktan vaz mı geçerdi?
Sanmıyorum.
Kalple düşünebilmeyi mümkün gören bir geleneğin çocuğu, düşünen bir kalbin duracağına inanmaz. İnanamaz.
Siz kalpsiz misiniz, hiç düşünmez misiniz, sorusuyla, ısrarla benden kendime gelmemi talep eden bir kitabın ışığında bakmışken dünyaya, hem de asırlarca, nasıl inanabilirdim düşündüğüm takdirde kalbimin duracağına?
Kalpleriyle düşünenlerin inşâ ettikleri bir geleneğin mirasçılarıyız. Kalpleriyle düşündükleri için düşüncelerini şiirin sînesine emanet eden bir geleneğin. Şiirleştiremedikleri takdirde düşünceyi hep kuru ve yavan bulan büyük ustaların.
Kalbimizle düşünürdük düşünmeyi kendimize yol edindiğimiz çağlarda. Hani o, düşünmezsek ölürüz diye düşündüğümüz çağlarda. Kalbimizle de düşündüğümüz çağlarda.
O hâlde, kalpsizlerin düşünemeyeceklerine inanmışken, aklın iktidarını bile elinden aşk ile almışken, nasıl kabullenebiliriz kalbin sırf düşündüğü/düşünebildiği için atmaktan vazgeçeceğine? Öleceğine?
İnanmak yetmez ey talib, görebilmelisin de!
Görebilmeli ve gösterebilmelisin.
Kalbinle de düşünebileceğini.
Düşünürsen, düşünmeye muktedir olursan, kalbinin atmaktan vazgeçmeyeceğini.
Akla haddinin aşk ile bildirilebileceğini.
Pessoa’nın bu aforizmasıyla ilk karşılaştığımda, hemen küçük bir müdahalede bulunmak ihtiyacı hissetmiştim. Bilinçsizce.
Kalp düşünebilseydi, çarpmaktan vazgeçerdi.
Hiç düşünmeden, daha ilk anda atmak fiili yerine çarpmak fiilini yerleştirivermiştim cümleye.
Önce, bunun dil düzeyinde bir rahatsızlık olduğunu sanmıştım. Selîka meselesi, zevk-i selim filan denilerek geçiştirilebilirdi. Fakat bir süre sonra çatışmanın dil düzeyinde olmadığını farkettim. Bilinç düzeyindeydi.
Kısacası, rahatsızlık bilincimdeydi, ama bilinçsizceydi.
Metnin orijinaline uygun olanı da belki budur, bilemem. Çünkü orijinaline, yani Livro do Desassossegoya bakamam.
Oysa dikkat edilirse görülecektir ki kalbin atmaması ile çarpmaması arasındaki fark, fark-ı azîm. Çünkü düşünmeyi becerebilen kalp atmaktan vazgeçerse/vazgeçmişse, durur. Fakat çarpmaktan vazgeçerse/vazgeçmişse, bu sefer durmamış, sadece heyecanını ve coşkusunu yitirmiş demektir.
Bu arada, coşkusunu yitirmiş bir kalp de zaten ölmüş sayılır ki bu takdirde aradaki fark da ortadan kalkar şeklindeki bir itirazı duymamazlıktan gelemeyiz.
Gelmiyoruz da nitekim. Duyuyoruz. Gönlümüzde. Anlamın salınımını zevkle seyrediyoruz. Kalbimizde. Tüm kıvrımlarını, tüm renklerini, tüm seslerini idrak ediyoruz. Yüreğimizde.
Hâsılı, akılla hisler, duygularla düşünceler arasındaki karşıtlığı sedef kaplı bir inci gibi idrakimize sunduğu için, Pessoa’nın aforizmasını, bütün doğallığıyla, âşina bir sesin sıcaklığıyla algılıyoruz. Huzursuz bir adamın sesinin sıcaklığıyla. Çarpan bir kalbin coşkusuyla. Duyguların sıcaklığının kalbin sıcaklığından, düşüncelerin soğukluğunun ise dimağın/beynin soğukluğundan kaynaklandığı inancıyla.
Lâkin her hâlukârda kavramak ve kavradığımızdan emin olmak istiyoruz.
Bir kez daha düşünmek istiyoruz.
Kalbimizle. Gönlümüzle. Yüreğimizle.
Coşkuyla.
Şiirin eşliğinde.
Bazen de bulantıyla.
Tıpkı deniz kenarında şişmiş bir köpek leşinin kararmış bir martı gagasınca biteviye didiklenmesine dayanamayıp suya atlayan o küçük çocuğun hıncını gözlerinden okurcasına.
Huzursuzca.
Çengelköy’de. Çınarın altında.
Düşünmeye adandığı için çarpmaktan vazgeçmiş bir kalbin hüznüyle.
Hep yalınız.
Ey talib, kelimeleri, kavramları bir kenara bırakıp hakikatin kendisini talep et Hak’tan.
Gözlerinin içinde kaybolduğun sevgilinin gözlerinden gayrısını görmemeyi.
Çarpan bir kalbi.
Yaşamı.
Tüm kusurlarıyla.
Bir tek görmeyi iste o’ndan. Hüsn ü cemâlini.
Posted 21st March by Dücane Cündioğlu
ABDÜLKADİR GEYLANİ’DEN (k.s.) HİKMETLİ SÖZLER (Tarık VELİOĞLU)
Allah’ın muhabbetinde samimi olan, ne ayıp işitir, ne de kulağına ayıp gider.
Müminin adeti önce düşünüp sonra konuşmaktır. Münafık ise önce konuşur, sonra düşünür.
Kendine bir ağırlık veren kimsenin hiçbir ağırlığı yoktur.
Hüzünsüz bir neşe ve darlıksız bir bolluk olmaz.
İnsan Allah’a kalıbıyla değil, kalbiyle ibadet eder.
Kalp Kitab ve Sünnete göre amel ederse kurbiyet (yakınlık) kazanır. Bunu kazanınca da neyin kendi lehine ve aleyhine, neyin Allah için veya başkası için, neyin de hak ve batıl olduğunu bilir ve görür.
Tasavvuf yolu zâhirî ve bâtınî hükümlere riayet etmeyi ve her şeyden fânî olmayı gerektirir.
Yerini bilmeyene kader yerini öğretir.
Sahte rabler boyundan çıkarılıp atılmadıkça, sebeplerle ilişik kesilmedikçe, fayda ve zararı insanlardan bilmeyi terketmedikçe kurtuluş mümkün değildir.
Kur’an’dan, hakkında tartışarak değil, içindekilerle amel ederek faydalanın.
Sûfî bâtınını ve zâhirini Allah’ın Kitabına ve Resulünün sünnetine uyarak arıtandır. O, sâfiyeti arttıkça vücud denizinden çıkar; iradesini, dilek ve ihtiyarını terkeder.
Kalp sâlih olunca dâimî zikir elde edilir ve kalbin her tarafına Hakk’ın zikri yazılır. Böyle bir kalbin sahibinin gözleri uyuyabilir ama kalbi Rabbini zikreder.
Sabır, hayrın temelidir.
Sağlam bir kalp tevhid, tevekkül, yakîn, tevfik, ilim, iman ve kurbiyet ile dolar.
Mürid tevbesinin gölgesinde, murâd ise Rabbinin inayetinin gölgesinde kâimdir.
İnanan kimse Allah’tan başka kimseden korkmaz ve başkasından hiçbir şey beklemez.
Zâhir fıkhını öğren, sonra bâtın fıkhına yönel.
Zâhir ilimleri görünen kısmın ışığıdır. Bâtın ilimleri ise görünmeyen kısmın.
Bâtın bilgisi, seninle Rabbin arasındaki ışıktır.
Kaderin gelmesinden rahatsız olma, onu kimse döndüremez ve kimse engel olamaz. Takdir olunan şey mutlaka gerçekleşir.
Bidâyetin [1] zorluklarına sabrederseniz nihayetin [2] rahatı size ulaşır.
Bidâyet sıkıntıdır, nihâyet ise sükûn.
Sâlihlerin kalpleri faydayı da zararı da Rablerinden bilir.
Zühd ve tevhidi sağlam olan kişi, halkın elini ve varlığını görmez. Allah’tan başka veren ve üstün kılan görmez.
Sıddîk gözünün, güneş ve ayın değil, Allah’ın nuruyla bakar.
Hayânın hakikati, yalnızlıkta ve toplulukta Rab’dan utanmaktır.
Kalp sırra, sır da Hakk’a itimat ederek sükûn bulur.
Her çeşit hayır Allah katında, her çeşit şer de başkalarının yanındadır.
İnsanlar arasında zenginle fakir ayırımı yapan kurtuluşa eremez.
Bütün insanlar seni kendi menfaati için ister, Allah ise seni senin menfaatin için ister.
Geçim yollarının yaratıcısını unutup geçim yollarına takılıp kalan, bakiyi unutup fani ile sevinen kimse ne kadar da cahildir!
Dünya bir topluluğa, ahiret bir topluluğa, Hak (c.c.) da bir topluluğa aittir.
Tasavvuf yolu sâlihleri görüp onların sohbetlerini ezberlemekle katedilmez.
Resulullah hariç her mahluk perdedir; Resulullah ise kapıdır.
Hak’tan korkanın korkusu arttıkça kalbi ona korkuyu unutmayı öğretir. Onu Hakk’a yakınlaştırır. Ona müjdeler verir.
Sûfîlerden biri demiş ki: “Fâsığın yüzüne ancak ârif kullar güler.”
Bir şeyi hatırlamak Allah’ı unutturuyorsa, o şey o kişi için uğursuzdur.
Kulun kalbi Rabbine erince Rabbi onu kimseye muhtaç etmez.
Sûfîlerin geceleri gece, gündüzleri de gündüz değildir.
Sûfîler ‘niçin’i, ‘nasıl’ı, ‘yap’-‘yapma’yı unutarak, kendilerini Rablerinin önüne atmışlardır.
Sûfîler ahirete göre akıllı, dünyaya göre delidirler.
Hakk’ı bulursan eşyayı ondan görürsün. Ne düşmanın kalır, ne üzerinde hakkın olan biri.
Allah’ı bilen kimsenin O’na karşı iradesi kalmaz.
Allah’tan başka herşey puttur.
Allah’a ancak, O’ndan başka herşeyi terkeden kimseler yaklaşabilir.
Eğer O’nu bilseydiniz başkasını inkar eder, sonra da O’nun gayrısını O’nun vasıtasıyla bilirdiniz.
Teslim ol, rahat bul.
Allah’ı arayan O’nu bulur.
Faydayı ve zararı Allah’ın dışındakilerden bilenler Allah’ın kulu değildir.
Tövbe, yönetim değişikliğidir.
Sûfîlerden biri demiş ki: “İnsanlar hakkında Allah’a uy, Allah hakkında insanlara uyma!”
O’nun uğrunda mücahede edene O hidayet yollarını gösterir.
Veliliğin şartı gizlenmek, nebiliğin şartı açıklamaktır.
Nasibin olanı kaybetmezsin, onu senden başkası yiyemez. O başkasının nasibi olmaz. Nasibini ona hırs göstermekle elde edemezsin.
Günahların kötü bir kokusu vardır. Allah’ın nuru ile bakanlar bunu anlar, fakat halktan gizler, onları rezil etmezler.
Akıllı kimse ölümü düşünen ve kaderin getirdiğine razı olandır.
Allah Teâlâ rızıkların taksimini bitirmiştir. Rızıkta zerre miktarı artma ve eksilme olmayacaktır.
Dünya herkesi boğacak kadar engin bir denizdir.
Şöyle denilmiştir: “Şeriatın şahitlik etmediği her hakikat zındıklıktır.”
Allah’ı tanıyan O’nu sever. O’nu seven O’na uyar.
Zâhid olan kalptir, ceset değil.
İlim kılıç, amel el gibidir. El olmadan kılıç kesmez. Kılıç olmadan da el kesmez.
Kur’an’ın iki yönü vardır: O’nun elinde olan yönü, bizim elimizde olan yönü.
Belâlar kula Cenab-ı Hakk’ın kapısını çalmayı öğretir.
Derdi de yaratan O’dur, devayı da. O kendisini öğretmek için belâya mübtela kılar. Böylece hem belâ verebileceğini, hem de bunu kaldırabileceğini gösterir.
Rabbinizin kereminden dileyin, icabet etse de etmese de O’ndan isteyin. Çünkü O’ndan istemek ibadettir.
O’nu tanısaydınız, O’nun önünde dilleriniz lâl kesilirdi; kalpleriniz ve diğer uzuvlarınız her halinde edepli olurdu.
Sâlihlerden birisine “Neyi arzu ediyorsun?” diye sorulduğunda, “Arzu etmemeyi arzu ediyorum.” diye cevap verdi.
Sûfîlerin yolculukları Hakk’a kurbiyet ülkesinde son bulur.
Yolculuk, kalbin yolculuğudur. Vuslat, sırların vuslatıdır.
Allah’ın takdirini O’nun aleyhine delil yapmayın; çalışın, çabalayın.
Kader üzerinde durup onu delil göstermemiz uygun değildir. Bilakis biz çalışır, çabalar ve ne itiraz, ne de tembellik etmeyiz.
Sûfîler Allah Teâlâ’nın Kendisinden başka bir şey istemezler. Onlar nimeti değil, nimet bahşedeni, halkı değil Hâlık’ı isterler.
Sevenle sevmeyen rıza halinde değil, hoşnutsuzluk halinde belli olur.
Marifet ve ilim, öz ile kabuğu birbirinden ayırır.
Akıllı kişi, işlerin başlangıcına değil, sonucuna bakar.
İnsanların çoğunun helaki, küçük günahları sebebiyledir.
İlim öyle bir şeydir ki sen bütün varlığını ona adadığın zaman o sana ancak bir parçasını verir.
Bilgi hayat, bilgisizlik ölümdür.
Bu ilim [tasavvuf ilmi], kitap sayfalarından değil, Allah erlerinin ağzından alınır.
Dünya hikmettir, ahiret ise kudret. Hikmet alet ve sebeplere ihtiyaç duyar, kudret ise duymaz.
Mümin dünyada, zâhid ahirette gariptir. Ârif ise Allah’ın dışındaki her yerde gariptir.
Dünya nefslerin, ahiret kalplerin, Allah ise sırların sevgilisidir.
Ârif, Allah’a her an bir öncekine göre daha yakındır.
Ârif hem dünyada, hem de ahirette yabancıdır.
Bu işin başı Allah’tan başka tanrı olmadığına şehadet etmek, son noktası ise bütün nesneler ve davranışların birbirinin aynı olmasıdır.
Nefsine hiçbir hâli ve makamı nispet etme!
Ademoğlunun başına gelen her türlü belâ, Rabbinden şikayet etmesi yüzündendir.
Amelinin karşılığında ödüllendirilmeyi bekleyen, muhlis değildir.
Ahireti isteyene dünyada zühd gerekir; Allah’ı isteyene ise ahirette zühd gerekir.
Kazayı engelleyen dua, yine kazayı önlemesi mukadder olan duadır.
Herşeyde O’nun isimlerinden bir isim mevcuttur, herşeyin ismi O’nun ismindendir.
Müminin adeti önce düşünüp sonra konuşmaktır. Münafık ise önce konuşur, sonra düşünür.
Kendine bir ağırlık veren kimsenin hiçbir ağırlığı yoktur.
Hüzünsüz bir neşe ve darlıksız bir bolluk olmaz.
İnsan Allah’a kalıbıyla değil, kalbiyle ibadet eder.
Kalp Kitab ve Sünnete göre amel ederse kurbiyet (yakınlık) kazanır. Bunu kazanınca da neyin kendi lehine ve aleyhine, neyin Allah için veya başkası için, neyin de hak ve batıl olduğunu bilir ve görür.
Tasavvuf yolu zâhirî ve bâtınî hükümlere riayet etmeyi ve her şeyden fânî olmayı gerektirir.
Yerini bilmeyene kader yerini öğretir.
Sahte rabler boyundan çıkarılıp atılmadıkça, sebeplerle ilişik kesilmedikçe, fayda ve zararı insanlardan bilmeyi terketmedikçe kurtuluş mümkün değildir.
Kur’an’dan, hakkında tartışarak değil, içindekilerle amel ederek faydalanın.
Sûfî bâtınını ve zâhirini Allah’ın Kitabına ve Resulünün sünnetine uyarak arıtandır. O, sâfiyeti arttıkça vücud denizinden çıkar; iradesini, dilek ve ihtiyarını terkeder.
Kalp sâlih olunca dâimî zikir elde edilir ve kalbin her tarafına Hakk’ın zikri yazılır. Böyle bir kalbin sahibinin gözleri uyuyabilir ama kalbi Rabbini zikreder.
Sabır, hayrın temelidir.
Sağlam bir kalp tevhid, tevekkül, yakîn, tevfik, ilim, iman ve kurbiyet ile dolar.
Mürid tevbesinin gölgesinde, murâd ise Rabbinin inayetinin gölgesinde kâimdir.
İnanan kimse Allah’tan başka kimseden korkmaz ve başkasından hiçbir şey beklemez.
Zâhir fıkhını öğren, sonra bâtın fıkhına yönel.
Zâhir ilimleri görünen kısmın ışığıdır. Bâtın ilimleri ise görünmeyen kısmın.
Bâtın bilgisi, seninle Rabbin arasındaki ışıktır.
Kaderin gelmesinden rahatsız olma, onu kimse döndüremez ve kimse engel olamaz. Takdir olunan şey mutlaka gerçekleşir.
Bidâyetin [1] zorluklarına sabrederseniz nihayetin [2] rahatı size ulaşır.
Bidâyet sıkıntıdır, nihâyet ise sükûn.
Sâlihlerin kalpleri faydayı da zararı da Rablerinden bilir.
Zühd ve tevhidi sağlam olan kişi, halkın elini ve varlığını görmez. Allah’tan başka veren ve üstün kılan görmez.
Sıddîk gözünün, güneş ve ayın değil, Allah’ın nuruyla bakar.
Hayânın hakikati, yalnızlıkta ve toplulukta Rab’dan utanmaktır.
Kalp sırra, sır da Hakk’a itimat ederek sükûn bulur.
Her çeşit hayır Allah katında, her çeşit şer de başkalarının yanındadır.
İnsanlar arasında zenginle fakir ayırımı yapan kurtuluşa eremez.
Bütün insanlar seni kendi menfaati için ister, Allah ise seni senin menfaatin için ister.
Geçim yollarının yaratıcısını unutup geçim yollarına takılıp kalan, bakiyi unutup fani ile sevinen kimse ne kadar da cahildir!
Dünya bir topluluğa, ahiret bir topluluğa, Hak (c.c.) da bir topluluğa aittir.
Tasavvuf yolu sâlihleri görüp onların sohbetlerini ezberlemekle katedilmez.
Resulullah hariç her mahluk perdedir; Resulullah ise kapıdır.
Hak’tan korkanın korkusu arttıkça kalbi ona korkuyu unutmayı öğretir. Onu Hakk’a yakınlaştırır. Ona müjdeler verir.
Sûfîlerden biri demiş ki: “Fâsığın yüzüne ancak ârif kullar güler.”
Bir şeyi hatırlamak Allah’ı unutturuyorsa, o şey o kişi için uğursuzdur.
Kulun kalbi Rabbine erince Rabbi onu kimseye muhtaç etmez.
Sûfîlerin geceleri gece, gündüzleri de gündüz değildir.
Sûfîler ‘niçin’i, ‘nasıl’ı, ‘yap’-‘yapma’yı unutarak, kendilerini Rablerinin önüne atmışlardır.
Sûfîler ahirete göre akıllı, dünyaya göre delidirler.
Hakk’ı bulursan eşyayı ondan görürsün. Ne düşmanın kalır, ne üzerinde hakkın olan biri.
Allah’ı bilen kimsenin O’na karşı iradesi kalmaz.
Allah’tan başka herşey puttur.
Allah’a ancak, O’ndan başka herşeyi terkeden kimseler yaklaşabilir.
Eğer O’nu bilseydiniz başkasını inkar eder, sonra da O’nun gayrısını O’nun vasıtasıyla bilirdiniz.
Teslim ol, rahat bul.
Allah’ı arayan O’nu bulur.
Faydayı ve zararı Allah’ın dışındakilerden bilenler Allah’ın kulu değildir.
Tövbe, yönetim değişikliğidir.
Sûfîlerden biri demiş ki: “İnsanlar hakkında Allah’a uy, Allah hakkında insanlara uyma!”
O’nun uğrunda mücahede edene O hidayet yollarını gösterir.
Veliliğin şartı gizlenmek, nebiliğin şartı açıklamaktır.
Nasibin olanı kaybetmezsin, onu senden başkası yiyemez. O başkasının nasibi olmaz. Nasibini ona hırs göstermekle elde edemezsin.
Günahların kötü bir kokusu vardır. Allah’ın nuru ile bakanlar bunu anlar, fakat halktan gizler, onları rezil etmezler.
Akıllı kimse ölümü düşünen ve kaderin getirdiğine razı olandır.
Allah Teâlâ rızıkların taksimini bitirmiştir. Rızıkta zerre miktarı artma ve eksilme olmayacaktır.
Dünya herkesi boğacak kadar engin bir denizdir.
Şöyle denilmiştir: “Şeriatın şahitlik etmediği her hakikat zındıklıktır.”
Allah’ı tanıyan O’nu sever. O’nu seven O’na uyar.
Zâhid olan kalptir, ceset değil.
İlim kılıç, amel el gibidir. El olmadan kılıç kesmez. Kılıç olmadan da el kesmez.
Kur’an’ın iki yönü vardır: O’nun elinde olan yönü, bizim elimizde olan yönü.
Belâlar kula Cenab-ı Hakk’ın kapısını çalmayı öğretir.
Derdi de yaratan O’dur, devayı da. O kendisini öğretmek için belâya mübtela kılar. Böylece hem belâ verebileceğini, hem de bunu kaldırabileceğini gösterir.
Rabbinizin kereminden dileyin, icabet etse de etmese de O’ndan isteyin. Çünkü O’ndan istemek ibadettir.
O’nu tanısaydınız, O’nun önünde dilleriniz lâl kesilirdi; kalpleriniz ve diğer uzuvlarınız her halinde edepli olurdu.
Sâlihlerden birisine “Neyi arzu ediyorsun?” diye sorulduğunda, “Arzu etmemeyi arzu ediyorum.” diye cevap verdi.
Sûfîlerin yolculukları Hakk’a kurbiyet ülkesinde son bulur.
Yolculuk, kalbin yolculuğudur. Vuslat, sırların vuslatıdır.
Allah’ın takdirini O’nun aleyhine delil yapmayın; çalışın, çabalayın.
Kader üzerinde durup onu delil göstermemiz uygun değildir. Bilakis biz çalışır, çabalar ve ne itiraz, ne de tembellik etmeyiz.
Sûfîler Allah Teâlâ’nın Kendisinden başka bir şey istemezler. Onlar nimeti değil, nimet bahşedeni, halkı değil Hâlık’ı isterler.
Sevenle sevmeyen rıza halinde değil, hoşnutsuzluk halinde belli olur.
Marifet ve ilim, öz ile kabuğu birbirinden ayırır.
Akıllı kişi, işlerin başlangıcına değil, sonucuna bakar.
İnsanların çoğunun helaki, küçük günahları sebebiyledir.
İlim öyle bir şeydir ki sen bütün varlığını ona adadığın zaman o sana ancak bir parçasını verir.
Bilgi hayat, bilgisizlik ölümdür.
Bu ilim [tasavvuf ilmi], kitap sayfalarından değil, Allah erlerinin ağzından alınır.
Dünya hikmettir, ahiret ise kudret. Hikmet alet ve sebeplere ihtiyaç duyar, kudret ise duymaz.
Mümin dünyada, zâhid ahirette gariptir. Ârif ise Allah’ın dışındaki her yerde gariptir.
Dünya nefslerin, ahiret kalplerin, Allah ise sırların sevgilisidir.
Ârif, Allah’a her an bir öncekine göre daha yakındır.
Ârif hem dünyada, hem de ahirette yabancıdır.
Bu işin başı Allah’tan başka tanrı olmadığına şehadet etmek, son noktası ise bütün nesneler ve davranışların birbirinin aynı olmasıdır.
Nefsine hiçbir hâli ve makamı nispet etme!
Ademoğlunun başına gelen her türlü belâ, Rabbinden şikayet etmesi yüzündendir.
Amelinin karşılığında ödüllendirilmeyi bekleyen, muhlis değildir.
Ahireti isteyene dünyada zühd gerekir; Allah’ı isteyene ise ahirette zühd gerekir.
Kazayı engelleyen dua, yine kazayı önlemesi mukadder olan duadır.
Herşeyde O’nun isimlerinden bir isim mevcuttur, herşeyin ismi O’nun ismindendir.
Sevgili gökşenin ( kuzenimin eşi ) tavsiyesiyle çok beğendiğim bir yazı....
Bir âşık için sevgilinin yüzünü görmemekten büyük ızdırap olabilir mi?
Cemalden mahrumiyet işbu nedenle âşıkların cehennemidir. Katmer katmer hicablar ile sarmalanmış bir çehreden, dahası o çehrede ışıldayan şehlâ-nigâhın derinliğinden mahrum olmak, ne acınası bir durumdur bir âşık için! Gözlerden, aşkla, şevkle, iştiyakla bakan o kapkara gözlerden..
Peki maşuk için?
Hak için?
Hakikat için?
Hiç kuşkusuz, hicablardan ötürü maşuk da yanar âşıkıyla beraber. Keşf edip açsın da âşık cemalini görsün ister. Bakarken hakikatine ersin ve hakikatinde erisin ister. Çünkü âşıkın gözlerinde, o da bizzat kendini görmek ister! Hak, zâtını bizatihi aşkta görmek ister.
Mal mülk ahmakların, makam mevki akillerin olsun, bak, ben hep senin huzurundayım, divanen olarak. Uğruna aklını terketmiş olarak, belki yalınayak, belki çırılçıplak. Hadi, kaldır şu yüzünden hicabını da naz etme ey sevgili, bir kez olsun, çevir yüzünü de bak şu mecnûnuna!
Böyle der ve ağlar âşık! Bir ömür boyu. Başkalarının cennetinde yaşamaktansa kendi cehenneminde kavrulmayı göze alır.
Sevgiliyse, cilvesini sürdürür ve kibriyasından hicabını kaldırmaz, zira âşıkının gözlerinde değil, gözyaşlarında seyretmek ister kendisini, zâtıyla değil, esmâsıyla.
Aşıkların göz pınarı işte bu yüzden hiç kurumaz.
Gözyaşlarının herbir damlasında bir isim tecellî ettiği için kurumaz.
Özüm gereği bu dünyaya muhalifim ben. Çünkü ahmakların cennetinde yaşamayı bile isteye reddediyorum! Ahmakların cennetinde kahkaha var, âşıkların cennetindeyse hüzün.
Hüzünle soruyorum o halde:
Ey sevgili, n’olur cevap ver, niçin ısrarla beni benden gizliyorsun?
Dücane Cündioğlu
Cemalden mahrumiyet işbu nedenle âşıkların cehennemidir. Katmer katmer hicablar ile sarmalanmış bir çehreden, dahası o çehrede ışıldayan şehlâ-nigâhın derinliğinden mahrum olmak, ne acınası bir durumdur bir âşık için! Gözlerden, aşkla, şevkle, iştiyakla bakan o kapkara gözlerden..
Peki maşuk için?
Hak için?
Hakikat için?
Hiç kuşkusuz, hicablardan ötürü maşuk da yanar âşıkıyla beraber. Keşf edip açsın da âşık cemalini görsün ister. Bakarken hakikatine ersin ve hakikatinde erisin ister. Çünkü âşıkın gözlerinde, o da bizzat kendini görmek ister! Hak, zâtını bizatihi aşkta görmek ister.
Mal mülk ahmakların, makam mevki akillerin olsun, bak, ben hep senin huzurundayım, divanen olarak. Uğruna aklını terketmiş olarak, belki yalınayak, belki çırılçıplak. Hadi, kaldır şu yüzünden hicabını da naz etme ey sevgili, bir kez olsun, çevir yüzünü de bak şu mecnûnuna!
Böyle der ve ağlar âşık! Bir ömür boyu. Başkalarının cennetinde yaşamaktansa kendi cehenneminde kavrulmayı göze alır.
Sevgiliyse, cilvesini sürdürür ve kibriyasından hicabını kaldırmaz, zira âşıkının gözlerinde değil, gözyaşlarında seyretmek ister kendisini, zâtıyla değil, esmâsıyla.
Aşıkların göz pınarı işte bu yüzden hiç kurumaz.
Gözyaşlarının herbir damlasında bir isim tecellî ettiği için kurumaz.
Özüm gereği bu dünyaya muhalifim ben. Çünkü ahmakların cennetinde yaşamayı bile isteye reddediyorum! Ahmakların cennetinde kahkaha var, âşıkların cennetindeyse hüzün.
Hüzünle soruyorum o halde:
Ey sevgili, n’olur cevap ver, niçin ısrarla beni benden gizliyorsun?
Dücane Cündioğlu
Leyla olmakta kolay değil mecnun olmakta....
Okumaya değer ;
Erkek düşünür;
Hayatımda hiç sevmedim. Bütün ilişkilerimi basit kızlarla yaşadım.. Her geçen gün aşka bir adım daha uzaklaştım karşıma çıkıcak bütün insanları aynı sandım. Bigün mutlaka bitecek düşüncesiyle başladım onunla olan ilişkime. Ama yanıldım hemde çok yanıldım.. Onuda onlar gibi sandım ona çok büyük haksızlık yaptım. Her sözüm her davranışım bitirdi onu farkına varamadım. İstemeden üzdüm onu farklı olduğunu anlayamadım.. Elini tuttuğum zaman anladım masum olduğunu daha önce bir çok ele değdi elim hiç biri titremedi çünkü o eller alışkındılar başka ele değmeye.. Ama o farklıydı gözlerime bakarken parlardı gözleri elimi tutarken titrerdi elleri sarıldığımda bayılıcak diye korkardım hep.. Anlamadım onun farklı olduğunu belki de sözlerim yaraladı onu. Hiç gitmez sanarken bigün bitti diye geldi yanıma.. Onunla olmak güzeldi kendimi 'ilk' i hissetmek çok güzeldi ben onun için bir ilktim belki ama o benim için değildi.. Niye gittiğini anlamadım herşey çok güzeldi güzel vakit geçirir eğlenirdik.. Arkadaşlara anlatır gülerdik. Bigün onu anlatıp güldüğüm arkadaşlarım sordular 'seninki nasıl' diye 'sizene' dedim sinirlendim yumruğumu sıktım işte o an anladım bende onu sevdim belki de ben onu onun beni sevdiğinden daha çok sevdim.. Hiç gitmeseydi hep kalsaydı keşke. Şimdi ben ona dön desem biliyorum dönmez hani dedim ya o farklıydı diye hemde çok farklıydı bana 'ne kadar aşık olursa olsun gururunun aşkın önüne geçiceğini' hep söylerdi ilk başta umursamazdım ama bigün bu sözünü düşünüp gözlerimin dolacağı hiç aklıma gelmezdi.
Kız düşünür;
İlk defa aşık oldum birine.. Onun yanında dünyanın en mutlu insanı olduğumu hissederdim. Elimi tutmak isterdi hep gözlerimin içine bakardı çok utanırdım. Bazen konuşmalarına çok kızardım davranışları sözleri beni çok üzerdi ama ona söyleyemezdim onun yanında dilim tutulur konuşamazdım kalbimin sesi konuşmama hep engel olurdu. Sürekli sarılırdı, bana dokunduğunda huzur bulduğunu zannederdim.. Taa ki bu güne kadar çok düşündüm kendimi kandırmamam gerektiğini anladım ben onun vakit geçirdiği sıradan bi insanım o ise benim en güzel geçirdiğim zamanım. Bana hiç beni sevdiğini hissettirmedi bense ona onun için ölebilceğimi hissettirdim belki de bu yüzden kaybettim.
Alıntı.
Erkek düşünür;
Hayatımda hiç sevmedim. Bütün ilişkilerimi basit kızlarla yaşadım.. Her geçen gün aşka bir adım daha uzaklaştım karşıma çıkıcak bütün insanları aynı sandım. Bigün mutlaka bitecek düşüncesiyle başladım onunla olan ilişkime. Ama yanıldım hemde çok yanıldım.. Onuda onlar gibi sandım ona çok büyük haksızlık yaptım. Her sözüm her davranışım bitirdi onu farkına varamadım. İstemeden üzdüm onu farklı olduğunu anlayamadım.. Elini tuttuğum zaman anladım masum olduğunu daha önce bir çok ele değdi elim hiç biri titremedi çünkü o eller alışkındılar başka ele değmeye.. Ama o farklıydı gözlerime bakarken parlardı gözleri elimi tutarken titrerdi elleri sarıldığımda bayılıcak diye korkardım hep.. Anlamadım onun farklı olduğunu belki de sözlerim yaraladı onu. Hiç gitmez sanarken bigün bitti diye geldi yanıma.. Onunla olmak güzeldi kendimi 'ilk' i hissetmek çok güzeldi ben onun için bir ilktim belki ama o benim için değildi.. Niye gittiğini anlamadım herşey çok güzeldi güzel vakit geçirir eğlenirdik.. Arkadaşlara anlatır gülerdik. Bigün onu anlatıp güldüğüm arkadaşlarım sordular 'seninki nasıl' diye 'sizene' dedim sinirlendim yumruğumu sıktım işte o an anladım bende onu sevdim belki de ben onu onun beni sevdiğinden daha çok sevdim.. Hiç gitmeseydi hep kalsaydı keşke. Şimdi ben ona dön desem biliyorum dönmez hani dedim ya o farklıydı diye hemde çok farklıydı bana 'ne kadar aşık olursa olsun gururunun aşkın önüne geçiceğini' hep söylerdi ilk başta umursamazdım ama bigün bu sözünü düşünüp gözlerimin dolacağı hiç aklıma gelmezdi.
Kız düşünür;
İlk defa aşık oldum birine.. Onun yanında dünyanın en mutlu insanı olduğumu hissederdim. Elimi tutmak isterdi hep gözlerimin içine bakardı çok utanırdım. Bazen konuşmalarına çok kızardım davranışları sözleri beni çok üzerdi ama ona söyleyemezdim onun yanında dilim tutulur konuşamazdım kalbimin sesi konuşmama hep engel olurdu. Sürekli sarılırdı, bana dokunduğunda huzur bulduğunu zannederdim.. Taa ki bu güne kadar çok düşündüm kendimi kandırmamam gerektiğini anladım ben onun vakit geçirdiği sıradan bi insanım o ise benim en güzel geçirdiğim zamanım. Bana hiç beni sevdiğini hissettirmedi bense ona onun için ölebilceğimi hissettirdim belki de bu yüzden kaybettim.
Alıntı.
Sen...
Düşüncelerim ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz...Şimdi gözyaşlarımla inci yapmak isterdim sana...Keşke yanımda olsaydın...Kelimelerim şelaleleşiyor ne zaman sana bir şey yazmaya kalksam...Yanan alnım,müşfik avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin...Beni ne kadar ateşe versen de,hiçbir hatıramız küllenemez bilesin...Zümrüdü Anka gibi kendi külümden doğar ve katar katar turnalar gibi kanat vurarak yine revan olurum yollarına...
HZ MEVLANA
Sen çare ararken, o bahane ararsa ; onun gibi sende vazgeçersin kendinden !
Çünkü; İkinizde birbirinizde olmayan şeyleri aramışsınızdır. Sen onda 'huzur', o sende 'kusur'.
Ve artık o; Aradığı kusuru sende bulamaz! Sende aradığın huzuru onda bulamazsın.....
HZ MEVLANA
Sen çare ararken, o bahane ararsa ; onun gibi sende vazgeçersin kendinden !
Çünkü; İkinizde birbirinizde olmayan şeyleri aramışsınızdır. Sen onda 'huzur', o sende 'kusur'.
Ve artık o; Aradığı kusuru sende bulamaz! Sende aradığın huzuru onda bulamazsın.....
24 Nisan 2013 Çarşamba
Sevgi...
Sevgi göreceli bir kavrammış meğer... Kimine göre acizlik.. Kimine göre hastalık... Kimine göre takıntılı olma... Kimine göre abartı..
Sevgiyi yaşamayan insan bilemez nası nedenli ağır bişi olduğunu zamanla anlıyor yaşayan insanda kolay değil sizinle olamayan birine kalple bağlı kalmak... Belki onu öldü kabul edebilirsiniz belki evli belki kötü biri...
Benim içimdeki aslında çok iyi biri ama artık yok... İçime sığamadı dar geldi ona kalbim... Sabır gösteremeyen birine sabırla sevgi taşımak zor ama güzel...
Sorumluluklarım önce allaha sonra kendime ( kendime ve kalbimdekine ) gelemeyeceğini bile bile sevmek hastalıksa obsesif olmaksa evet öyleyim kimseyi bağlamaz bu
İnandım en başta.. Güvendim.. Kapılarımı tek tek açtım... O kapadı ben kapatamadım..
Gerçekten yürekten çok sevmişim meğer bunu anladım ... Onunla olunca herşey çok farklıydı düşünceler konuşmalar ama asla beni anlamadı anlayamadı
Belkide anlamak istemedi...
Ben istediği olmak istedim.. İstemediğini herkes olur...
Asla geri gelemeyecek sevgili gerçekten içimde çok farklı..
tüm kırgınlıklarıma rağmen gelme..
İstesemde yalvarsamda gelmediysen ne diyebilirim ki...
Hala en son attığın mesaj... İçimde beynimde.. Tek tek... Harf harf...
Canın sağolsun...
Çok özleniyorsun....
Sevgiyi yaşamayan insan bilemez nası nedenli ağır bişi olduğunu zamanla anlıyor yaşayan insanda kolay değil sizinle olamayan birine kalple bağlı kalmak... Belki onu öldü kabul edebilirsiniz belki evli belki kötü biri...
Benim içimdeki aslında çok iyi biri ama artık yok... İçime sığamadı dar geldi ona kalbim... Sabır gösteremeyen birine sabırla sevgi taşımak zor ama güzel...
Sorumluluklarım önce allaha sonra kendime ( kendime ve kalbimdekine ) gelemeyeceğini bile bile sevmek hastalıksa obsesif olmaksa evet öyleyim kimseyi bağlamaz bu
İnandım en başta.. Güvendim.. Kapılarımı tek tek açtım... O kapadı ben kapatamadım..
Gerçekten yürekten çok sevmişim meğer bunu anladım ... Onunla olunca herşey çok farklıydı düşünceler konuşmalar ama asla beni anlamadı anlayamadı
Belkide anlamak istemedi...
Ben istediği olmak istedim.. İstemediğini herkes olur...
Asla geri gelemeyecek sevgili gerçekten içimde çok farklı..
tüm kırgınlıklarıma rağmen gelme..
İstesemde yalvarsamda gelmediysen ne diyebilirim ki...
Hala en son attığın mesaj... İçimde beynimde.. Tek tek... Harf harf...
Canın sağolsun...
Çok özleniyorsun....
Sana söyleyeceğim bir tek şey var..
Kendi karanlığından korkma. Hepsi sensin. Dışarıda tehlike yok. Hiç kimse zarar veremez sana. İçindeki karanlığa dönüp de bakabilirsen, aydınlanacaksın. Hadi bu kez dön ve bak ona. Yüzleş. O zaman ne yalnızlıktan, ne ölümden, ne de düşlerinden korkacaksın. Özünü anlayacaksın. İşte o zaman kendi gerçeğini dünyaya haykıracaksın. Kendi küçük hikâyeni, tüm tevazusu ve güzelliği ile yaşayacaksın.
En özgün olanın tam da senin hikâyen olduğunu bileceksin. İşte o zaman kendini ve tüm seçimlerini çok seveceksin. Korkma karanlığından. Hadi dön ve bak ona. Yalnızlığından kaçmak için başkalarına sığınma, kendini bitmez işlere ve etkinliklere boğma ve aynaya bak hadi. Konuş kendinle. Senin ötende ve dışında değil yaşam dediğin. Tam da içinde…
İçindeki tutkuları izle, izle ki hangi rüzgârlarla yol alacağını bilesin. Onlar sınırları aşma maceranda iç haritan; belki en çözümsüz hissettiğin karar anlarında. Kalbin onun için var, bunu hatırla ve bil ki tutkuların, seni sen yapan yolda önünü görmeni sağlayan ışıkların.
OSHO
Neden..?
Neden çabasızca bilemeyesin? Neden herhangi bir sorun olsun? Sen varsın, var olduğunu biliyorsun… O zaman neden kim olduğunu bilemiyorsun? Nereyi ıskalıyorsun? Bilinçlisin. Bilinçli olduğunun bilincindesin. Orada bir yaşam var; canlısın.
Neden kim olduğunun farkında değilsin? Engel olan ne? Seni bu temel kendini bilişten alıkoyan ne? Engeli anlayabilirsen, engel büyük bir kolaylıkla çözülebilir. Demek ki asıl sorun insanın kendini nasıl bileceği değil. Asıl sorun nasıl olup da kendini bilemediğin; böylesine açık bir gerçekliği, sana bunca yakın böylesine temel bir gerçeği nasıl ıskaladığın, nasıl görmemeye devam ettiğin.
Bir araç yaratmış olmalısın; aksi halde insanın kendinden kaçması güçtür. Duvarlar yaratmış olmalısın; bir anlamda kendini kandırıyorsun. O zaman insanın kendinden kaçmak, kendini bilememek için kullandığı hile nedir? O hileyi anlamıyorsan, ne yaparsan yap hiçbir faydası olmaz… Çünkü hile kalır ve sen insanın kendini nasıl bileceğini, gerçeği nasıl bileceğini, gerçekliği nasıl bileceğini sormaya devam edersin ve sonuç olarak engellerin kalmasına yardım etmiş olursun. Engel yaratmaya devam edersin; bu yüzden, ne yaparsan yap hiçbir faydası olmaz.
Aslında, insanın kendini bilmesi için olumlu hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Yalnızca olumsuz bir şeye ihtiyaç vardır. Bir açıdan, kendi inşa ettiğin engeli yıkman yeterlidir. O engel orada olmadığı an bileceksin.
OSHO
Neden kim olduğunun farkında değilsin? Engel olan ne? Seni bu temel kendini bilişten alıkoyan ne? Engeli anlayabilirsen, engel büyük bir kolaylıkla çözülebilir. Demek ki asıl sorun insanın kendini nasıl bileceği değil. Asıl sorun nasıl olup da kendini bilemediğin; böylesine açık bir gerçekliği, sana bunca yakın böylesine temel bir gerçeği nasıl ıskaladığın, nasıl görmemeye devam ettiğin.
Bir araç yaratmış olmalısın; aksi halde insanın kendinden kaçması güçtür. Duvarlar yaratmış olmalısın; bir anlamda kendini kandırıyorsun. O zaman insanın kendinden kaçmak, kendini bilememek için kullandığı hile nedir? O hileyi anlamıyorsan, ne yaparsan yap hiçbir faydası olmaz… Çünkü hile kalır ve sen insanın kendini nasıl bileceğini, gerçeği nasıl bileceğini, gerçekliği nasıl bileceğini sormaya devam edersin ve sonuç olarak engellerin kalmasına yardım etmiş olursun. Engel yaratmaya devam edersin; bu yüzden, ne yaparsan yap hiçbir faydası olmaz.
Aslında, insanın kendini bilmesi için olumlu hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Yalnızca olumsuz bir şeye ihtiyaç vardır. Bir açıdan, kendi inşa ettiğin engeli yıkman yeterlidir. O engel orada olmadığı an bileceksin.
OSHO
İÇİMDEN BİR SES DİYOR Kİ;
Hayatında her ne olursa olsun hiç ACELE etmene gerek yok.
ACELE etmek YAŞAMI KAÇIRMAKTIR.
Senin Gereken herşeyi yapmak icin oldukça bol vaktin var.
Asla kendine, zamanım yok, çok fazla işim var yetiştiremiyorum,
Bunu Başaramam, şunu bitiremem, çok salağım, aptalın tekiyim,
Bak onu da yetiştiremedim diyerek kendini kötü olduğuna ikna etmek için boşu boşuna ugraşıp durma, bu şekilde kendi önüne engel koyma.
SEN Bilincaltını bu şekilde olumsuzluklarla doldurduğun sürece, kendi kendine o şeyin olmaması icin çağırıda bulunuyorsun. Bu cekimi yaparak kendi barikatlarını kendin oluşturuyorsun. Sonradan da ben bunun böyle olacağını zaten biliyordum diyerek. Bunun üzerine birde, bilgiçlik taslayarak ağlıyorsun..
SEN Sadece yapılması gerekeni yap. Bırak yaşamın telaş etmeden, düzenli, uyumlu bir şekilde, huzurla aksın.
SEN Yeni başladığın hergüne, her olay ve duruma uygun şekilde, sevgi ve şükran dolu bir yürekle BAŞLA
Ve bugün, herşeyin yerli yerinde mükemmel bir şekilde oluştuğunu gör,
GÜNE harika bir gün olduğu beklentisiyle başla, duygu, düşünce ve haraketlerini bu şekilde düzenle.
"Benim her şeyi tam ve eksiksiz yapacak zamanım var. Ben başarılı olduğumu biliyorum ve kabul ediyorum, BEN Yaratıcı yeteneklerimi kullanarak her şeyin üstesinden kolaylıkla geliyorum. Kendime de keyifli neşe icinde geçirecek bol bol zaman ayırıyorum" diyerek. Hep bardağın dolu tarafını seçerek yaşa.
EĞER Bunu yapabilirsen tüm beklediklerini zahmetsizce eşzamanlarla kendine çekeceksin.
ve böylece Hayatın ne kadar hoş zahmetsiz ve güzel olduğunun FARKINA varacaksın..
Sonradan da ben bunun böyle olacağını biliyordum zaten diyerek.
Bu defa da Gülerek bilgiçlik taslayacaksın..
BEN daima seninleyim.
Ne kadar küçük olursa olsun ilk adımı isteyerek at.
İyileşmeyi ve öğrenmeyi tüm içtenliğinle iste, MUCİZELER mutlaka gerçekleşecektir.
KENDİNLE BARIŞ, DÜNYA SENİNLE BARIŞMAYA HAZIRDIR
______ Cavit Çağ ________
ACELE etmek YAŞAMI KAÇIRMAKTIR.
Senin Gereken herşeyi yapmak icin oldukça bol vaktin var.
Asla kendine, zamanım yok, çok fazla işim var yetiştiremiyorum,
Bunu Başaramam, şunu bitiremem, çok salağım, aptalın tekiyim,
Bak onu da yetiştiremedim diyerek kendini kötü olduğuna ikna etmek için boşu boşuna ugraşıp durma, bu şekilde kendi önüne engel koyma.
SEN Bilincaltını bu şekilde olumsuzluklarla doldurduğun sürece, kendi kendine o şeyin olmaması icin çağırıda bulunuyorsun. Bu cekimi yaparak kendi barikatlarını kendin oluşturuyorsun. Sonradan da ben bunun böyle olacağını zaten biliyordum diyerek. Bunun üzerine birde, bilgiçlik taslayarak ağlıyorsun..
SEN Sadece yapılması gerekeni yap. Bırak yaşamın telaş etmeden, düzenli, uyumlu bir şekilde, huzurla aksın.
SEN Yeni başladığın hergüne, her olay ve duruma uygun şekilde, sevgi ve şükran dolu bir yürekle BAŞLA
Ve bugün, herşeyin yerli yerinde mükemmel bir şekilde oluştuğunu gör,
GÜNE harika bir gün olduğu beklentisiyle başla, duygu, düşünce ve haraketlerini bu şekilde düzenle.
"Benim her şeyi tam ve eksiksiz yapacak zamanım var. Ben başarılı olduğumu biliyorum ve kabul ediyorum, BEN Yaratıcı yeteneklerimi kullanarak her şeyin üstesinden kolaylıkla geliyorum. Kendime de keyifli neşe icinde geçirecek bol bol zaman ayırıyorum" diyerek. Hep bardağın dolu tarafını seçerek yaşa.
EĞER Bunu yapabilirsen tüm beklediklerini zahmetsizce eşzamanlarla kendine çekeceksin.
ve böylece Hayatın ne kadar hoş zahmetsiz ve güzel olduğunun FARKINA varacaksın..
Sonradan da ben bunun böyle olacağını biliyordum zaten diyerek.
Bu defa da Gülerek bilgiçlik taslayacaksın..
BEN daima seninleyim.
Ne kadar küçük olursa olsun ilk adımı isteyerek at.
İyileşmeyi ve öğrenmeyi tüm içtenliğinle iste, MUCİZELER mutlaka gerçekleşecektir.
KENDİNLE BARIŞ, DÜNYA SENİNLE BARIŞMAYA HAZIRDIR
______ Cavit Çağ ________
23 Nisan 2013 Salı
Huzur...
Bu aralar işten döndükten ailemle vakit geçirdikten sonra yatağa yatmadan okuduğum bu iki dua beni şeytanın şerrinden koruduğuna inanıyorum.. Ve çok huzurlu oluyorum...
Gerçekten yürekten deneyin bunu...
Hamdolsun... Bu duyguları yaşamak beni mutlu ediyor ve heyecanlandırıyor...
Gerçekten yürekten deneyin bunu...
Hamdolsun... Bu duyguları yaşamak beni mutlu ediyor ve heyecanlandırıyor...
Çok fazla yaşamak....
Herşeyin tadında bırakmak sanırım en güzel olanmış... Sana çok fazla anlam yükledim evet... Önce arkadaş dost sonra sevgili aşk eş....
Bunu ilk kez yaşadım ben bu kadar anlam içsel dünyamın sana teslim olma isteğiydi sadece...
Senin hayatına anlam yükleyemedim ben... Yaptığım hatalar gerçekten düşünmeden yapılanlardı farkına sen uyardığında varıyordum çünkü hiç kimse doğruyu yanlışı bana göstermemişti... İçinde oldum evet sevdin sırf senden soğumak istedim ağzından çıkan bi kelime soğutur sandım kırıldım sadece çok fazla kırıldım... Dün gece ...
Çünkü ben ilk kez AŞIK oldum...
İnsanoğlu beşer diyorlar hemde şaşar... Bilemezdim ki çok anlam yüklemek gideceğine sebep olucak... Şimdi sensiz bir hayat var önümde kocaman hiç gelmeyeceğin kokunu içime çekemeyeceğim..
Belki başkaları olacak hayatında... Onlardan da gideceksin böyle...
Sensiz hayatımda çok zorlandığım anlar vardı ben obsesif asla değilim sadece gerçekten çok fazla değer verdim
Şimdi ne mi yapacağım yine uyuz olacağın bişi yapıcam ilk başka ama sadece bana saklı olan... Bu sayede hiç kimse yanıma bile yaklaşamayacak yada bana bişi hissedemeyecek
Keşke yapmasaydım ama yaparken bilmeden yaptığım hatalarım bana ders oldu dün sadece senin gibi olmak istedim bende soğumak istedim olmadı çünkü rabbim seni öyle bir koymuş ki kalbime imkansız bişi soğumak...
Kırıldım... Kırgınlık kızgınlıktan daha ağırdır her zaman olsun... Benim için önemli olan orda var olman o bile benim içimi rahatlatıyor...
Belki evleneceksin... Sana yüklediğim anlamları başka kişiler de yükleyecek benim kadar batmayacak belki de ama ben kendim için son kararımı verdim... Anlamlarımı sana yükledim ben sadece SANA... Başka bir ruha başka bir bedene senin duygularını yükleyemem...
Çok üsteledim çünkü hep kaybettim... Seni kaybetmek istemiyordum ben asla.. Ama bu duygum bile kaybetmeme sebep oldu...
Okuyan 400 kişi ;
Size söyleyeceğim tek şey hayatınızda 1 kere anlam yükleyip çok sevdiğiniz insanı sakın kaybetmeyin.. Yerini asla kimse alamaz duygularınızı başka kişilere vermeyin çünkü bu kendinizi aldatmak olur...
Kızın her zaman yanında ... Dualarıyla .. Şükürleriyle... Rabbiyle...
Gidemem ... Atamam ... Yerine koyamam ...
Babetli çok seviyor... İnanmasanda...
Bunu ilk kez yaşadım ben bu kadar anlam içsel dünyamın sana teslim olma isteğiydi sadece...
Senin hayatına anlam yükleyemedim ben... Yaptığım hatalar gerçekten düşünmeden yapılanlardı farkına sen uyardığında varıyordum çünkü hiç kimse doğruyu yanlışı bana göstermemişti... İçinde oldum evet sevdin sırf senden soğumak istedim ağzından çıkan bi kelime soğutur sandım kırıldım sadece çok fazla kırıldım... Dün gece ...
Çünkü ben ilk kez AŞIK oldum...
İnsanoğlu beşer diyorlar hemde şaşar... Bilemezdim ki çok anlam yüklemek gideceğine sebep olucak... Şimdi sensiz bir hayat var önümde kocaman hiç gelmeyeceğin kokunu içime çekemeyeceğim..
Belki başkaları olacak hayatında... Onlardan da gideceksin böyle...
Sensiz hayatımda çok zorlandığım anlar vardı ben obsesif asla değilim sadece gerçekten çok fazla değer verdim
Şimdi ne mi yapacağım yine uyuz olacağın bişi yapıcam ilk başka ama sadece bana saklı olan... Bu sayede hiç kimse yanıma bile yaklaşamayacak yada bana bişi hissedemeyecek
Keşke yapmasaydım ama yaparken bilmeden yaptığım hatalarım bana ders oldu dün sadece senin gibi olmak istedim bende soğumak istedim olmadı çünkü rabbim seni öyle bir koymuş ki kalbime imkansız bişi soğumak...
Kırıldım... Kırgınlık kızgınlıktan daha ağırdır her zaman olsun... Benim için önemli olan orda var olman o bile benim içimi rahatlatıyor...
Belki evleneceksin... Sana yüklediğim anlamları başka kişiler de yükleyecek benim kadar batmayacak belki de ama ben kendim için son kararımı verdim... Anlamlarımı sana yükledim ben sadece SANA... Başka bir ruha başka bir bedene senin duygularını yükleyemem...
Çok üsteledim çünkü hep kaybettim... Seni kaybetmek istemiyordum ben asla.. Ama bu duygum bile kaybetmeme sebep oldu...
Okuyan 400 kişi ;
Size söyleyeceğim tek şey hayatınızda 1 kere anlam yükleyip çok sevdiğiniz insanı sakın kaybetmeyin.. Yerini asla kimse alamaz duygularınızı başka kişilere vermeyin çünkü bu kendinizi aldatmak olur...
Kızın her zaman yanında ... Dualarıyla .. Şükürleriyle... Rabbiyle...
Gidemem ... Atamam ... Yerine koyamam ...
Babetli çok seviyor... İnanmasanda...
An....geçmişe takılmadan....
Hiç düşündünüz mü ? Bugünümü yaşıyorsunuz ? Pişmanlıklarla dolu geçmişinize mi takılıp kalmışsınız ? Ya da güzel hayallerle dolu bir geleceği düşleyerek mi yaşıyorsunuz? Geçmişimiz ve geçmişte yaşadıklarımız bizi biz yapan, bize değer ve anlam katan, duygu, düşünce ve yaşantılardır. Herbirimizin geçmişinde hatırladığında kendini iyi hissettiği anılar veya hiç hatırlamak bile istemediği kötü yaşantılar vardır. Bazı kötü anılarımız vardır ki onları hatırlamak bile istemeyiz. Bazen de hatırlamakta zorlanırız,çünkü unutmak isteriz onları.Bu anılarımızı sandıklara kapatıp sandıkları da kilitleriz. Oradan hiç çıkmasınlar isteriz. Ama yaşam boyu o sandıkları kendi sırtımızda taşırız. Başka bir deyişle geçmişimizde çözmeden, çözümlemeden bıraktığımız yaşantılar ve olaylar bizim üstümüzde hep bir yük, hep bir ağırlıktır. Geçmişimizde yaşadıklarımızı çözümlemek, sebep-sonuç ilişkilerini tekrar ele almak, geçmişimizle, yaşadıklarımızla, kendimizle barışmak bizi daha rahat,daha hafiflemiş ve daha huzurlu yapacaktır. Araştırmalar, insanların geçmişine yönelik olumsuz deneyim ve yaşantılarını olumlu yaşantılara oranla daha sık hatırladıklarını ortaya koyuyor. Örneğin genelde başarılar yerine başarısızlıklar hatırlanıyor. Psikologların tanımladığı altı temel evrensel duygu var: öfke, korku, nefret, haz, şaşkınlık ve üzüntü. Farkındaysanız bu evrensel duygulardan sadece bir tanesi olumlu ve diğerlerinin hepsi olumsuz. Buda bize geçmişimizle ilgili, yaşadıklarımızla ilgili, kötü olan şeylerden haberdar olmanın, yaşananların farkında olmanın ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Unutmayın ki; geçmişi ile hesaplaşmasını tamamlayamayanlar, kendilerine güzel ve mutlu bir gelecek hazırlayamazlar.
Peki mutluluk nedir?
Hiç düşündünüz mü? Mutluluk; mutlu olmaktan çok memnun ve tatmin olmayı içeriyor. İnsanın derinlik ve içgörü sahibi olmasıyla ilişkili. Anlamlı bir hayat yaşamayı, zamanı,yeteneklerimizi ve potansiyelimizi iyi kullanmayı, kendi şeçtiğimiz hedefleri takip etmeyi içeriyor. Mutluluk acıyı yaşamaktan kaçınmak değil, tam tersine mutlu olabilmek için olumsuz duygularla ve geçmişimizle yüzleşmemiz gerekiyor. Olumsuz duyguların altında ezilmeden, hayatla daha güçlü mücadele etme yolculuğu belki de mutluluk. Bugün,şimdi,burada mutlu isek kendimize mutlu bir gelecek hazırlayabiliriz. Bugün, şimdi mutlu olmayanların mutlu bir gelecek hayali kurmaları gerçekçi değildir. ‘’Eğer kilo verirsem.....’’, ‘’eğer bir sevgili bulursam...’’, ‘’eğer iş bulursam...’’, ‘’eğer araba alırsam....’’ gibi düşüncelerle mutluluğu çeşitli koşullara endekslemek bize hiçbir zaman mutluluk getirmeyecektir.
Mutluluk getirecek bu koşullara ulaşmak çoğu zaman mümkün olmadığı gibi, bu koşullara ulaşsak bile vereceği hazlar kısa süreli olup, eski ruh halimize dönmemiz kaçınılmazdır. Örneğin, ilk zamanlarda bize çok zevk veren yeni bir araba, ev ya da sevgili zamanla cazibelerini kaybederler. Esas olan kişinin özgün yetenek ve potansiyellerini kullanarak ve kendini geliştirerek mutluluğu ve mükemmelliği aramasıdır. Bu arayış mutluluğu zevk ve huzurun ötesine taşıyan, kişisel gelişimi de kapsayan bir anlayış. Bu mutluluk arayışı ve anlayışı, hedonistik bir mutluluktan çok daha doyurucu ve anlamlıdır. Kişilik özelliklerimiz ve hayata bakış açımız mutluluğumuzu etkileyen en önemli faktörler. Herkesin sandığı gibi mutluluk yaş, cinsiyet, etnik köken, gelir düzeyi ile çok ilgili degildir. Bunlardan çok kişilik özelliklerimiz ve onun sebep olduğu hayata bakış açımız önemli bir faktördür mutluluk arayışında. Nevrotik (asabi,gergin,hassas) bir insanla, dışa dönük,sosyal,kendi ile barışık bir insanın olaylara vereceği tepkileri ya da hayatı algılayışlarını karşılaştıracak olursak: nevrotik kişiliktekiler daha hızlı olumsuz tepki vererek durumlarla ve hayatla baş etmekte zorlanırlar. Diğer insanlarda sürekli şikayet eden ve endişelenen bir tarzı olan bu kişilerden uzaklaşma eğilimi gösterir. Diğer yandan diğer kişilik yapısındaki insan hayatla ve olaylarla daha güçlü başa çıkma mekanizmalarına sahiptir. Sakin, huzurlu ve sosyal ilişkileri kuvvetlidir. İnsanlarla yakın ilişkiler kurması ve mutlu olması daha kolay ve olasıdır. Şimdi kendimize sormamız gereken esas soru şu; bugün, şimdi mutlumuyum ? Eğer ki bu soruya içtenlikle EVET cevabını veremiyorsanız, kendiniz için birşeyler yapın.
Peki mutluluk nedir?
Hiç düşündünüz mü? Mutluluk; mutlu olmaktan çok memnun ve tatmin olmayı içeriyor. İnsanın derinlik ve içgörü sahibi olmasıyla ilişkili. Anlamlı bir hayat yaşamayı, zamanı,yeteneklerimizi ve potansiyelimizi iyi kullanmayı, kendi şeçtiğimiz hedefleri takip etmeyi içeriyor. Mutluluk acıyı yaşamaktan kaçınmak değil, tam tersine mutlu olabilmek için olumsuz duygularla ve geçmişimizle yüzleşmemiz gerekiyor. Olumsuz duyguların altında ezilmeden, hayatla daha güçlü mücadele etme yolculuğu belki de mutluluk. Bugün,şimdi,burada mutlu isek kendimize mutlu bir gelecek hazırlayabiliriz. Bugün, şimdi mutlu olmayanların mutlu bir gelecek hayali kurmaları gerçekçi değildir. ‘’Eğer kilo verirsem.....’’, ‘’eğer bir sevgili bulursam...’’, ‘’eğer iş bulursam...’’, ‘’eğer araba alırsam....’’ gibi düşüncelerle mutluluğu çeşitli koşullara endekslemek bize hiçbir zaman mutluluk getirmeyecektir.
Mutluluk getirecek bu koşullara ulaşmak çoğu zaman mümkün olmadığı gibi, bu koşullara ulaşsak bile vereceği hazlar kısa süreli olup, eski ruh halimize dönmemiz kaçınılmazdır. Örneğin, ilk zamanlarda bize çok zevk veren yeni bir araba, ev ya da sevgili zamanla cazibelerini kaybederler. Esas olan kişinin özgün yetenek ve potansiyellerini kullanarak ve kendini geliştirerek mutluluğu ve mükemmelliği aramasıdır. Bu arayış mutluluğu zevk ve huzurun ötesine taşıyan, kişisel gelişimi de kapsayan bir anlayış. Bu mutluluk arayışı ve anlayışı, hedonistik bir mutluluktan çok daha doyurucu ve anlamlıdır. Kişilik özelliklerimiz ve hayata bakış açımız mutluluğumuzu etkileyen en önemli faktörler. Herkesin sandığı gibi mutluluk yaş, cinsiyet, etnik köken, gelir düzeyi ile çok ilgili degildir. Bunlardan çok kişilik özelliklerimiz ve onun sebep olduğu hayata bakış açımız önemli bir faktördür mutluluk arayışında. Nevrotik (asabi,gergin,hassas) bir insanla, dışa dönük,sosyal,kendi ile barışık bir insanın olaylara vereceği tepkileri ya da hayatı algılayışlarını karşılaştıracak olursak: nevrotik kişiliktekiler daha hızlı olumsuz tepki vererek durumlarla ve hayatla baş etmekte zorlanırlar. Diğer insanlarda sürekli şikayet eden ve endişelenen bir tarzı olan bu kişilerden uzaklaşma eğilimi gösterir. Diğer yandan diğer kişilik yapısındaki insan hayatla ve olaylarla daha güçlü başa çıkma mekanizmalarına sahiptir. Sakin, huzurlu ve sosyal ilişkileri kuvvetlidir. İnsanlarla yakın ilişkiler kurması ve mutlu olması daha kolay ve olasıdır. Şimdi kendimize sormamız gereken esas soru şu; bugün, şimdi mutlumuyum ? Eğer ki bu soruya içtenlikle EVET cevabını veremiyorsanız, kendiniz için birşeyler yapın.
Yeni...
Yeni gelen şeyler oldu hayatıma dünden sonra çok fazla canım yandı diyenilirim kendim ve içimdeki sevgi için kendime yönelmeye karar verdim..
Yeni kitabım ve yeni hayatım...
Yeni kitabım ve yeni hayatım...
Anı yaşamak... Yeni ilk kural....
Anı yaşamak farkındalık, şimdiki zamana dikkatini vermektir. Düşüncelerinizin içinde boğulmak değil de onları yargılamadan gözlemliyor olmaktır. Farkındalık, düşüncelerinizi olduğu gibi kabul ederek, onları itmeye çalışmayarak, kabullenerek olur.
Anı yaşamak stresi azaltır, kan basıncını azaltır. Günde birkaç dakikayı “anı yaşamaya” ayırmak kalp krizi riskini azaltır.
Anı yaşayan insanlar daha mutludur… Özgüvenleri daha fazladır ve güçsüz taraflarını rahatça kabullenirler. Eleştiriye açıktırlar. Şimdiye yoğunlaşmak depresyonun, aşırı yemek yemenin ve dikkat problemlerinin azalmasını sağlar. Bunun dışında, romantik ilişkilerinde daha başarılıdırlar, kavgaya, agresifliğe başvurmazlar.
Anı yaşamanın önemli olduğunu herkes bilir, kabul eder, peki nasıl anı yaşayacağız?
Performansınızı arttırmak istiyorsanız onun hakkında düşünmeyin.
Aklınızda geçenlere değil de o anda orada neler olduğuna dikkatinizi yöneltin. Kendinizi bir şeyin parçası olarak görün. Bir konuşma yapacaksınız ve çok heyecanlısınız. Dikkatinizi heyecanlı olduğunuz düşüncesine vermeyin. Etrafı izleyin, katılımcılara bakın, konuşma salonuna bakın, kendinizi konuşma yapacağınız yerde görün. Etraftaki insanlara dikkatinizi vermek her yerde uygulanabilecek bir yöntemdir, çünkü çoğu yerde etrafımızda insanlar olur.
Gelecek hakkında…
“Çok güzel bir içecek. Haftaya mutlaka bundan içmeliyim” Şu anda zaten onu içiyorsun. O içecek şu anda senin elinde zaten…
Mark Twain, hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir sürü felaket bildiğini söyler. Depresyonun ve endişenin temelinde henüz olmamış ve belki hiç olmayacak bir şeyi felaketleştirmek, onun hakkında endişelenmek vardır. En basit şekliyle, insanlar “gelecek” hakkında endişelenir. Geleceği değil de şimdiyi düşünürsek, doğal olarak bu endişe de azalır.
Şimdiye odaklanmak bizi bazı durumlarda otomatik tepkiler vermekten kurtarır. Böylece tepkilerimizi düşünerek veririz. Bağırarak ağır tepkiler vermek yerine, o anda ne hissettiğimizi kendimize sorup nasıl karşılık vermemiz gerektiğini belirleyebiliriz. Böylece kişi kendisini de kontrol edebilir, davranışını düzenler.
Nefes alarak kendinizi tutup şimdiki zamana getirebilirsiniz. Nefes almanız üzerine odaklanın. Nefes almanın sihirli bir yanı yok, sadece nefesiniz her zaman sizinle beraber, her an yanınızda.
Hepimizin hayatında bazı sıkıntıları vardır. Ayrılıklar, tedirginlikler, korkular…Bunların hepsine izin verirsek hayattan alacağımız zevk azalır. Dişçi koltuğunda otururken o an başka yerde olmayı dileriz. Fakat bazı zamanlar bazı yerlerde olmamız gerekir ve buna karşı çıkmak sadece sıkıntımızı arttırır.
Duygularımız hakkında da duygularımız vardır. “Keşke bu kadar stresli olmasaydım”. Stresli olmak asıl duygumuz, stresli olmayı istememek ise stres hakkındaki duygumuzdur. Çözüm kabullenmektir. Bir şeyleri değiştirmeye çalışmamak, yargılamamak, onlardan kaçmamak, onlara açık olmak onlar hakkındaki endişemizi, stresimizi azaltır. Kabullenmek sizi rahatlatır.
Duygularınızı kabullenerek kendinize iyilik yapmış olursunuz. “Bir ayrılık yaşıyorum, olabilir, üzgün hissetmem normal”. “Dişçideyim, belki biraz canım acıyacak, korkmam normal”. Zevk vermeyen duyguları kabul etmek sizi gelecek hakkında amaçları olmayan bir kişi yapmaz.
Bir de farkında olmamak vardır… “Bu sayfayı daha demin okudum fakat ne yazdığı hakkında bir fikrim yok”. Bazen öyle anlar olur ki düşüncelerimizde kayboluruz. Bunlar bir tür boşluktur. Bu boşluklardan kurtulmanın en iyi yolu hangi durumda olursanız olun o durumdaki yenilikleri fark etmeye çalışmaktır. Bu süreçte şimdiki zamandan kopmamış olursunuz.
Bazen de çok iyi bildiğimizi düşündüğümüz şeylere dikkatimizi vermeyiz. Sabah okula veya işe gittiğimiz yollara dikkat etmeyiz çünkü oralardan yüzlerce kez geçmişizdir. Ama dünyaya taze gözlerle bakarsak, o yoldan her geçişte birçok farklılığın, değişikliğin olduğunu görürüz. Bu bir tür macera gibidir. Ne kadar fark ederseniz o kadar görürsünüz, sizin için o yol heyecanlı hale gelir. Her an ne yaptığınıza dikkat ederek anı yaşayabilirsiniz. Bunu şimdi de yapabilirsiniz. Şu saniye ne oluyor? Anı gözlemleyin… Ne duyuyorsunuz, ne görüyorsunuz? Nasıl hissettiğiniz önemli değil. O anki durumunuzdan zevk alabilirsiniz, almaya da bilirsiniz. İyi veya kötü o durumun içindesiniz çünkü şu anda olan şey o. Onu yargılamayın…
Anı yaşamak bir hedef değildir çünkü hedefler gelecek içindir. Bu yazıları okurken, gözleriniz bu yazıları arka plan üzerinden ayırt ederken, sizi dünyaya bağlayan yer çekimini hissederken bunları fark edin. Yaşadığınızın farkına varın ve nefes alın, nefes verin. Bu yazıları okurken aynı zamanda nefes alıp verdiğinizin farkında olmak anı yaşamaktır.
Anı yaşamak stresi azaltır, kan basıncını azaltır. Günde birkaç dakikayı “anı yaşamaya” ayırmak kalp krizi riskini azaltır.
Anı yaşayan insanlar daha mutludur… Özgüvenleri daha fazladır ve güçsüz taraflarını rahatça kabullenirler. Eleştiriye açıktırlar. Şimdiye yoğunlaşmak depresyonun, aşırı yemek yemenin ve dikkat problemlerinin azalmasını sağlar. Bunun dışında, romantik ilişkilerinde daha başarılıdırlar, kavgaya, agresifliğe başvurmazlar.
Anı yaşamanın önemli olduğunu herkes bilir, kabul eder, peki nasıl anı yaşayacağız?
Performansınızı arttırmak istiyorsanız onun hakkında düşünmeyin.
Aklınızda geçenlere değil de o anda orada neler olduğuna dikkatinizi yöneltin. Kendinizi bir şeyin parçası olarak görün. Bir konuşma yapacaksınız ve çok heyecanlısınız. Dikkatinizi heyecanlı olduğunuz düşüncesine vermeyin. Etrafı izleyin, katılımcılara bakın, konuşma salonuna bakın, kendinizi konuşma yapacağınız yerde görün. Etraftaki insanlara dikkatinizi vermek her yerde uygulanabilecek bir yöntemdir, çünkü çoğu yerde etrafımızda insanlar olur.
Gelecek hakkında…
“Çok güzel bir içecek. Haftaya mutlaka bundan içmeliyim” Şu anda zaten onu içiyorsun. O içecek şu anda senin elinde zaten…
Mark Twain, hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir sürü felaket bildiğini söyler. Depresyonun ve endişenin temelinde henüz olmamış ve belki hiç olmayacak bir şeyi felaketleştirmek, onun hakkında endişelenmek vardır. En basit şekliyle, insanlar “gelecek” hakkında endişelenir. Geleceği değil de şimdiyi düşünürsek, doğal olarak bu endişe de azalır.
Şimdiye odaklanmak bizi bazı durumlarda otomatik tepkiler vermekten kurtarır. Böylece tepkilerimizi düşünerek veririz. Bağırarak ağır tepkiler vermek yerine, o anda ne hissettiğimizi kendimize sorup nasıl karşılık vermemiz gerektiğini belirleyebiliriz. Böylece kişi kendisini de kontrol edebilir, davranışını düzenler.
Nefes alarak kendinizi tutup şimdiki zamana getirebilirsiniz. Nefes almanız üzerine odaklanın. Nefes almanın sihirli bir yanı yok, sadece nefesiniz her zaman sizinle beraber, her an yanınızda.
Hepimizin hayatında bazı sıkıntıları vardır. Ayrılıklar, tedirginlikler, korkular…Bunların hepsine izin verirsek hayattan alacağımız zevk azalır. Dişçi koltuğunda otururken o an başka yerde olmayı dileriz. Fakat bazı zamanlar bazı yerlerde olmamız gerekir ve buna karşı çıkmak sadece sıkıntımızı arttırır.
Duygularımız hakkında da duygularımız vardır. “Keşke bu kadar stresli olmasaydım”. Stresli olmak asıl duygumuz, stresli olmayı istememek ise stres hakkındaki duygumuzdur. Çözüm kabullenmektir. Bir şeyleri değiştirmeye çalışmamak, yargılamamak, onlardan kaçmamak, onlara açık olmak onlar hakkındaki endişemizi, stresimizi azaltır. Kabullenmek sizi rahatlatır.
Duygularınızı kabullenerek kendinize iyilik yapmış olursunuz. “Bir ayrılık yaşıyorum, olabilir, üzgün hissetmem normal”. “Dişçideyim, belki biraz canım acıyacak, korkmam normal”. Zevk vermeyen duyguları kabul etmek sizi gelecek hakkında amaçları olmayan bir kişi yapmaz.
Bir de farkında olmamak vardır… “Bu sayfayı daha demin okudum fakat ne yazdığı hakkında bir fikrim yok”. Bazen öyle anlar olur ki düşüncelerimizde kayboluruz. Bunlar bir tür boşluktur. Bu boşluklardan kurtulmanın en iyi yolu hangi durumda olursanız olun o durumdaki yenilikleri fark etmeye çalışmaktır. Bu süreçte şimdiki zamandan kopmamış olursunuz.
Bazen de çok iyi bildiğimizi düşündüğümüz şeylere dikkatimizi vermeyiz. Sabah okula veya işe gittiğimiz yollara dikkat etmeyiz çünkü oralardan yüzlerce kez geçmişizdir. Ama dünyaya taze gözlerle bakarsak, o yoldan her geçişte birçok farklılığın, değişikliğin olduğunu görürüz. Bu bir tür macera gibidir. Ne kadar fark ederseniz o kadar görürsünüz, sizin için o yol heyecanlı hale gelir. Her an ne yaptığınıza dikkat ederek anı yaşayabilirsiniz. Bunu şimdi de yapabilirsiniz. Şu saniye ne oluyor? Anı gözlemleyin… Ne duyuyorsunuz, ne görüyorsunuz? Nasıl hissettiğiniz önemli değil. O anki durumunuzdan zevk alabilirsiniz, almaya da bilirsiniz. İyi veya kötü o durumun içindesiniz çünkü şu anda olan şey o. Onu yargılamayın…
Anı yaşamak bir hedef değildir çünkü hedefler gelecek içindir. Bu yazıları okurken, gözleriniz bu yazıları arka plan üzerinden ayırt ederken, sizi dünyaya bağlayan yer çekimini hissederken bunları fark edin. Yaşadığınızın farkına varın ve nefes alın, nefes verin. Bu yazıları okurken aynı zamanda nefes alıp verdiğinizin farkında olmak anı yaşamaktır.
22 Nisan 2013 Pazartesi
Terk...
Her türlü duyguyu her bir hücresinde dolu dolu yaşayanlar için iki uç noktadır sevmek ve terk edilmek. Biri bulutların üzerinde uçururken, diğeri ansızın " kör kuyulara " salıverir seveni. Ümit Yaşar' ın dediği gibi " kör kuyularda merdivensiz bırakılmak " tır terk edilmek. Çaresizliktir, gidecek bir yeri olmamak, bulunduğu yere sığamamaktır.
Sevdiğinizde; başka her şey anlamını yitirir. Dünya bir tek sevdiğiniz üzerinde döner. Nereye baksanız onu görür, her yaptığınızı, yanınızda olmasa bile onu düşünerek yaparsınız. Nasıl da iyi kalpli oluverirsiniz, her şey ne kadar da güzeldir. Aksayan hiçbir şey yoktur, olanlarla da baş edilir. Geçmişte yaşananlar bile farklı görünür gözünüze.
Olmadık şeyler yapmaya başlarsınız... Giyiminiz kuşamınız her şeyiniz değişmiştir. gözleriniz pırıl pırıl bakıyordur, gençleşmişsinizdir. Herkes ne olduğunu sorar. " Ben aşık oldum " diye haykırmak ister, ama o çok özel duyguyu kendi içinize gömüp, muzip muzip gülümsersiniz gizli bir keyifle.
Ondan gelecek bir telefonu beklerken yüreğiniz pır pırdır. Sanki göğüs kafesinizde sürekli kanat çırpan ve dışarı çıkmak için sürekli debelenen bir kuş vardır. Konuştuğunuzda duyduğunuz ses, en yumuşak ve sevecen sestir sizin için. Gözleriniz kapanıverir... Bir anda başka yerlere gidiverirsiniz. Elinizdeki şarabı beraber yudumlar, boş duvarlarda onunla olduğunuz anları, o kısık gözlerle bakışını görürsünüz.
Gün gelir... Rüya yerini gerçeklere bırakmaya başlar. Bir şeyler vardır anlam veremediğiniz, aksaklıklar vardır, çözemediğiniz... Sorgulamalar başlamıştır artık. Nedenler niçinler gelir gündeme. Beklentiler su yüzüne çıkıverir. Aslında beklediğiniz sadece ve sadece onun sevgisidir. Emin olamadığınız da yine o sevgidir, peşinden koştuğunuz da. Emin olamadığınız için beklentileriniz vardır, emin olamadığınız için o telefonun çalışını endişeyle beklersiniz. Emin olamadığınız için size bir gül alıp almayacağınız merak eder durursunuz sevgililer gününde. Sanki o gül sevildiğinizin, ilişkinizin güzel gittiğinin kanıtıdır.
Oysa siz eğer bu endişeleri taşıyorsanız, o gül ancak sizin kendinizi kandırmaya devam etmenize yarar. Gerçekleri bir türlü kabul etmek istemediğiniz için bir süre daha avunursunuz. Ama rüyalarınızda o endişeleri yaşamaya devam edersiniz. Onu başkaları ile hayal eder, sizden önce başka şeylerin geldiği rüyalarınızda bir tokat gibi çarpılıverir yüzünüze. Gece yarıları uyanıverirsiniz hiç sebepsiz...Buna bir anlam vermek bile istemezsiniz.
İçinizdeki endişe siz maskelemeye çalışsanız da yüzünüzden okunmaya başlar. Huzursuz ve anlayışsız olmaya başlarsınız. Her lafın altında bir anlam arar, her şey size karşı yapılıyormuş gibi algılamaya başlarsınız. Sevdiğinize de yansır bu durum, o da huzursuz olmaya başlar. Giderek daha az aranmaya başlarsınız. Daha önce yarım saat görüşebilmek için tüm programlar altüst edilirken, artık daha sonraya ertelenir olur görüşmeler. Anlarsınız ki, başka birine ya da başka bir şeye tercih ediliyorsunuzdur.
İçinden çıkılmaz bir sarmala doğru hızla giderken, bir şeylerin netleşmesi kaçınılmaz olur gün gelip. Her gün aramasını bekleyip de aramadıkça, saatleri sonra günleri saymaya başladıkça o sona geldiğinizi artık kabul etmek zorunda kalırsınız.
Bir hançer saplanıverir kalbinize, yetmez bir de sağa sola çevriliyormuş gibi gelir içinizdeki hançer... Daha bir acıtmak için canınızı...
Nefes alamaz gibi hissedersiniz, sesiniz çıkmaz, sessizce, bulabildiğiniz en kuytu köşede göz yaşlarınızı acılarınızdan kurtulmak için akıtırsınız...
Cam bir kadehtir sanki kırılan, bir daha asla bir araya gelmeyeceğini bilirsiniz o parçaların...gelmez de zaten...
Siz içinizden atmaya çalıştıkça daha da bir saplanıverir ayrılık acısı içinize. Ta ki onun artık sizi sevmediğini kabul edene kadar. Güzel şeyler de bu kabullenmeyle başlar. Yeniden yaşama sıkı sıkıya sarılabilenler, kendilerine gülerek bakan o bir çift gözü fark ediverirler...Bulutların üzerine yolculuk başlar yeniden...
Sevdiğinizde; başka her şey anlamını yitirir. Dünya bir tek sevdiğiniz üzerinde döner. Nereye baksanız onu görür, her yaptığınızı, yanınızda olmasa bile onu düşünerek yaparsınız. Nasıl da iyi kalpli oluverirsiniz, her şey ne kadar da güzeldir. Aksayan hiçbir şey yoktur, olanlarla da baş edilir. Geçmişte yaşananlar bile farklı görünür gözünüze.
Olmadık şeyler yapmaya başlarsınız... Giyiminiz kuşamınız her şeyiniz değişmiştir. gözleriniz pırıl pırıl bakıyordur, gençleşmişsinizdir. Herkes ne olduğunu sorar. " Ben aşık oldum " diye haykırmak ister, ama o çok özel duyguyu kendi içinize gömüp, muzip muzip gülümsersiniz gizli bir keyifle.
Ondan gelecek bir telefonu beklerken yüreğiniz pır pırdır. Sanki göğüs kafesinizde sürekli kanat çırpan ve dışarı çıkmak için sürekli debelenen bir kuş vardır. Konuştuğunuzda duyduğunuz ses, en yumuşak ve sevecen sestir sizin için. Gözleriniz kapanıverir... Bir anda başka yerlere gidiverirsiniz. Elinizdeki şarabı beraber yudumlar, boş duvarlarda onunla olduğunuz anları, o kısık gözlerle bakışını görürsünüz.
Gün gelir... Rüya yerini gerçeklere bırakmaya başlar. Bir şeyler vardır anlam veremediğiniz, aksaklıklar vardır, çözemediğiniz... Sorgulamalar başlamıştır artık. Nedenler niçinler gelir gündeme. Beklentiler su yüzüne çıkıverir. Aslında beklediğiniz sadece ve sadece onun sevgisidir. Emin olamadığınız da yine o sevgidir, peşinden koştuğunuz da. Emin olamadığınız için beklentileriniz vardır, emin olamadığınız için o telefonun çalışını endişeyle beklersiniz. Emin olamadığınız için size bir gül alıp almayacağınız merak eder durursunuz sevgililer gününde. Sanki o gül sevildiğinizin, ilişkinizin güzel gittiğinin kanıtıdır.
Oysa siz eğer bu endişeleri taşıyorsanız, o gül ancak sizin kendinizi kandırmaya devam etmenize yarar. Gerçekleri bir türlü kabul etmek istemediğiniz için bir süre daha avunursunuz. Ama rüyalarınızda o endişeleri yaşamaya devam edersiniz. Onu başkaları ile hayal eder, sizden önce başka şeylerin geldiği rüyalarınızda bir tokat gibi çarpılıverir yüzünüze. Gece yarıları uyanıverirsiniz hiç sebepsiz...Buna bir anlam vermek bile istemezsiniz.
İçinizdeki endişe siz maskelemeye çalışsanız da yüzünüzden okunmaya başlar. Huzursuz ve anlayışsız olmaya başlarsınız. Her lafın altında bir anlam arar, her şey size karşı yapılıyormuş gibi algılamaya başlarsınız. Sevdiğinize de yansır bu durum, o da huzursuz olmaya başlar. Giderek daha az aranmaya başlarsınız. Daha önce yarım saat görüşebilmek için tüm programlar altüst edilirken, artık daha sonraya ertelenir olur görüşmeler. Anlarsınız ki, başka birine ya da başka bir şeye tercih ediliyorsunuzdur.
İçinden çıkılmaz bir sarmala doğru hızla giderken, bir şeylerin netleşmesi kaçınılmaz olur gün gelip. Her gün aramasını bekleyip de aramadıkça, saatleri sonra günleri saymaya başladıkça o sona geldiğinizi artık kabul etmek zorunda kalırsınız.
Bir hançer saplanıverir kalbinize, yetmez bir de sağa sola çevriliyormuş gibi gelir içinizdeki hançer... Daha bir acıtmak için canınızı...
Nefes alamaz gibi hissedersiniz, sesiniz çıkmaz, sessizce, bulabildiğiniz en kuytu köşede göz yaşlarınızı acılarınızdan kurtulmak için akıtırsınız...
Cam bir kadehtir sanki kırılan, bir daha asla bir araya gelmeyeceğini bilirsiniz o parçaların...gelmez de zaten...
Siz içinizden atmaya çalıştıkça daha da bir saplanıverir ayrılık acısı içinize. Ta ki onun artık sizi sevmediğini kabul edene kadar. Güzel şeyler de bu kabullenmeyle başlar. Yeniden yaşama sıkı sıkıya sarılabilenler, kendilerine gülerek bakan o bir çift gözü fark ediverirler...Bulutların üzerine yolculuk başlar yeniden...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)